Velayet-i Fakih
Makaleyi PDF formatında kaydet
Velayet-i Fakih (Farsça: وَلایت فقیه) kavramı,
Şii dünyasında özellikle son dönemde kullanılan ve üzerinde çokça bilimsel tartışma yapılan bir kavramdır. Bu kavram
İslami yönetim modeli alanında güçlü bir teori olmakla birlikte oldukça geniş bir tarihe sahip
fıkhi-
kelami bir konudur.
[Düzenle]
Arapça dilinde velayet, “veliye” kökünden türemiş olup büyük Arap lügat bilginlerinin de itiraf ettiği üzere bu kök bir tek anlama gelmektedir. “Veliye” kelimesinin anlamı yakınlıktır.
Arapça dilinde “veliyy” kelimesi için ise üç anlam tespit edilmiştir:
1 –
Dost2 – Seven
3 –
YardımcıVelayet kelimesi için de bütün bunların yanı sıra
iki anlam daha verilmiştir:
1 -
Saltanat ve galibiyet.
2 -
Önderlik ve
hükümetFarsça dilinde de “veliyy” kelimesi hakkında dost, yar, sahip, koruyucu ve birisi adına bir işi yöneten kimse anlamları gibi çeşitli anlamlar zikredilmiştir. Velayet için ise hükümet etmek anlamı beyan edilmiştir.
Velayet kelimesi fakih hakkında kullanılınca maksat hükümet ve toplum yöneticiliğidir. Bazıları bu anlamda efendilik, riyaset ve saltanat anlamının olduğunu da iddia etmişlerdir. Bu anlam da velayet sahibi olan velinin, velayet sahibi olduğu kimse üzerindeki üstünlüğünü ifade etmektedir.
Oysa bundan (velayetten) maksat, üzerinde velayeti üstlenilen kimsenin işlerinin idaresi ve yöneticiliğidir ve “Bir kavmin efendisi onların hizmetçisidir. ”
anlayışıyla yönetilen kimseye bir tür hizmettir; onun boynunda bir yük değildir.
Öte yandan velayet; fıkhi terminolojide iki yerde kullanılmaktadır:
1- Kendi işlerini yönetmeye gücünün olmadığı, örneğin meyyit, sefih, mecnun ve küçük çocuklar hususunda. Bu gibi hususlarda velayet
kayyumiyet ve
yöneticilik anlamındadır. Ölçüsü ise idare edilen kimsenin kendi şahsi işlerini idare etmekten acizliğidir. Bu yüzden idare edilen kimse fıkıhta “kasır” olarak adlandırılan zayıf kimsedir ve bu velayet, idare edilen kimsenin zayıflığı var olduğu müddetçe geçerlidir. Zayıflığı ortadan kalktığı taktirde bu velayet sona ermektedir. Bu yüzden eğer bir deli akıllı olur veya bir çocuk buluğ çağına erişirse, kayyumiyet anlamını ifade eden velayeti sona erer.
2- Yönetilen kimsenin kendisini idare etmeye gücü yettiği, ama buna rağmen başka birinin velayet ve yöneticiliğinin gerektiği hususlardır. Velayet burada toplumun işlerini idare etme anlamında olan siyasi velayettir. Her ne kadar
fakih her iki anlamda velayet sahibi olsa da bu konuda velayet-i fakihten maksat ikinci anlamdır. Zira toplum üzerinde velayet hakkı olan velayet-i fakih toplumdaki tüm bireylerin hatta diğer fakihlerin ve kendi şahsının idaresini üstlenmektedir. Bu, toplumun toplum olarak kusuru ve zayıflığı sebebiyle değildir. Nitekim bazıları velayet-i fakihi meyyit veya küçük çocuğun velayeti ile mukayese etmekte ısrar etmektedirler.
Aksine her toplum kendi işlerini idare etmek için bir yöneticiye ihtiyaç duymaktadır:
Müminlerin Emiri Hz. Ali (a. s) şöyle buyurmuştur: “Her kavmin iyi veya kötü emiri olmalıdır. ”
Bu toplumsal bir ihtiyaçtır. Her nerede bir topluluk ortaya çıkarsa bir takım toplumsal görevler de ortaya çıkar ve bu toplumsal görevlerin düzenlenmesi ise bir riyaset ve yöneticilik gerektirmektedir.
Bu görüşe göre, fakihin
ümmet üzerinde toplumun tüm hareketini
İslami ideallere doğru sevk eden bir yönetici olarak velayet hakkı vardır ve gerçekte velayet dini müdüriyetin tecellisinden ibarettir.
[Düzenle]
Şimdiye kadar söylenilenlerden de anlaşıldığı üzere İslam kültüründe toplum için bir yöneticinin varlığının zorunluluğu dikkate alındığında insan varlığının tüm egemenliğini elinde bulunduran Allah-u Teala dışında hiç kimse bağımsız olarak bu hakka sahip değildir. Bu da insanın Allah’ın emir ve yasaklarına uymasını gerektirmektedir.
Bu esas üzere Allah Teala, bizi özel bir şahıs ve gruba itaat etmeye davet ederse, elbette biz de itaat ederiz. Eğer yönetici için birtakım şartlar ortaya koyar, bu şahsın tayinini ve bu şartlara sahip olanlar arasından seçmeyi bizim sorumluluğumuza bırakırsa yine O’nun emrine itaat ederiz
Müslümanlar eskiden günümüze sürekli olarak Allah-u Teala’nın İslam ümmetinin yöneticiliğini
Resul-i Ekrem’in (s. a. a) şahsına ve sonra da Ehl-i Beyt mektebinin takipçilerinin inandığı üzere bu işi Masum
İmamlara (a. s) intikal ettirdiğine inanmışlardır. Bu konuyu
kitap,
sünnet,
akıl ve
icma diye bilinen dört delil vesilesiyle de ispat etmek mümkündür.
Şii alimlerin bu konudaki icması, sözlerine müracaat bile etmeden o kadar açıktır ki diğer
mezhep alimleri bile bu konuda hiçbir şüpheye düşmemişlerdir. Genel olarak Şia mezhebinin temel ilkelerinden olan
imamet ilkesinin en önemli özelliği, bu işi kendi döneminde bizzat üstlenen Resul-i Ekrem’den (s. a. a) sonra İslam ümmetinin idareciliğinin
Ehl-i Beyt’e bırakıldığı konusudur. Bu yüzden Şia değerli İslam Peygamberinin,
nübüvvet ve
risalet makamının yanı sıra, imamet
makamına da sahip olduğuna inanmaktadır. Nübüvvet makamı
tekvin (yaratışsal) ve
teşri (yasama) alemindeki ilahi sırlardan haberdar olma makamıdır. Risalet makamı ise bildiklerini insanlara ulaştırmak ve onları
hidayete eriştirmekle görevli olan
peygamber için söz konusudur. İmamet makamı ise toplumu idare etmek ve yönetmek makamıdır.
Akli delil hususunda bazıları “
lütuf” kaidesine sarılmış ve bu delili peygamberin bizzat kendisinin veya masum imamın toplumun yöneticisi olduğu hususunu ispat etmekte yeterli saymışlardır. Alimlerden bir grubu ise bu delili yeterli görmemiş ve “
hikmet” deliline sarılmışlardır.
Hikmet delilini kısaca şöyle izah etmek mümkündür: Akıl, Allah-u Teala’yı maddi olmayan alemi ve insan için ahireti ispat ettikten sonra bu dünyada insandan türeyen her şeyin uhrevi hayatı üzerinde kalıcı etkiler yapabileceği sonucuna varmaktadır. Akıl kendisini bu etkileri keşfetmek ve etki alanlarını birbirinden ayırt etmek hususunda aciz görmektedir. Bu yüzden bu alemi ve ademoğlunu yaratan Allah’ın hikmeti bir şekilde insanlara saadet yolunu göstermeyi ve onlara birtakım elçiler göndermeyi gerektirmektedir. Öte yandan insanları hidayet etmekten ibaret olan elçilerin gönderiliş hedefini temin etmek için bu peygamberler masum ve onları insanlara ulaştırma hususunda her türlü hatadan münezzeh olmalıdırlar.
Daha sonra akıl masumiyet meselesini tahlil ederek vahyi algılama ve ulaştırmadaki masumluğun bütün alanlarda, hata ve isyan hususunda bile geçerli olması gerektiği sonucuna varmaktadır.
O halde
resul bütün işlerde masum olmalıdır. Ardından yine akıl ilahi hikmet gereği toplumun idaresinin masum olan bir şahsa verilmesine hükmetmektedir. Öyleyse bizzat resulün kendisi
din adına toplumun idarecisi olarak algılanmaktadır. O halde eğer akıl imamet makamına teveccüh eder ve imamı nebevi ve ilahi mesajın müfessiri olarak görürse benzeri bir metotla aynı neticeye ulaşır.
O halde akıl, peygamber ve imamın
ismet sahibi olması gerektiğini ispat ettikten sonra ilahi hikmet gereği toplumun idaresinin onlara verilmesine hükmetmekte ve bu yolla toplumu idare anlamında olan velayet makamını da onlar için ispat etmiş olmaktadır.
Nebevi velayeti ispat eden birçok ayet mevcuttur.
Bu ayetlerin en açığı ise şudur:
Peygamber
müminlere kendi nefsinden daha evladır. ”
Bu ayetin anlamından da anlaşıldığı üzere İslam’ın değerli peygamberi (s. a. a) müminlere kendi nefislerinden daha evladır. Yani eğer onlar kendileri adına bir karar alabiliyor ve bir iş yapabiliyorlarsa Peygamber (s. a. a) bu konuda onlardan daha evladır. Eğer onlar hakkında bir karar alacak olursa onların muhalefet etme hakkı yoktur; onlar mutlaka itaat etmelidirler. Bu karar ister müminlerin ferdi işleri hususunda olsun ve isterse de onların toplumsal işleri hususunda olsun hiç fark etmez.
Bu ayet, Peygamber-i Ekrem’in (s. a. a) şer’i
mubah konular alanındaki mutlak velayetini ispat etmektedir. Zira insanların kendi işleri hakkında karar alabildikleri alan budur.
Peygamberi Ekrem (s. a. a)
mütevatir rivayetler esasınca
Gadir olayında da bu ayete işaret etmiş ve insanlara hitaben şöyle buyurmuştur: “Ben sizlere kendi nefsinizden daha evla değil miyim?” İnsanlar Peygamberin evla olduğunu itiraf ettikten sonra Resulullah (s. a. a) onlara şöyle buyurmuştur: O halde ben kimin mevlası isem
Ali de onun mevlasıdır. ”
Dolayısıyla da Peygamber (s. a. a) için olan bu velayet, Ali (a. s) ve diğer masum imamlar hakkında da geçerlidir.
Nebevi ve alevi velayete delalet eden bir başka ayet ise şudur: “Şüphesiz ki sizin veliniz Allah, Resulü ve
namaz kılıp
rüku halinde
zekat veren müminlerdir. ”
Bu ayet-i şerife Şia inancının velayet hakkındaki belgesidir. Allah-u Teala ilk önce velayeti kendisine sonra resulüne ve ardından da iman edip namaz kılan ve rükû halinde zekât veren kimselere isnat etmektedir. Her ne kadar iman eden, namaz kılan ve rükû halinde zekât veren ifadesi çok farklı şahıslara uyarlanabilse de
Sünni ve Şia yoluyla nakledilen rivayetlerde de yer aldığı üzere bundan maksat sadece Ali b. Ebu Talip’in şahsıdır.
Bu ayet-i kerimede velayet makamı, hiçbir özel alana sınırlamaksızın mutlak olarak Peygamber ve masum imamlar hakkında ispat edilmiştir.
Masumların (a. s) velayeti hakkında birçok rivayet vardır. Onlardan bazısına konular arasında işaret edildi ve edilecektir. Biz burada örnek olarak
İmam Sadık’ın, (a. s) Allah-u Teala’nın; “Şüphesiz sizin veliniz Allah, Resulü ve iman edenlerdir... ” ayeti kerimesi hakkındaki şu sözüne yer veriyoruz: “Şüphesiz bu ayetin maksadı şudur ki, size; kendiniz, işleriniz, nefsiniz ve mallarınız hususunda en evla ve hak sahibi olan Allah’tır, Resulüdür ve iman eden kimselerdir. Yani Ali ve kıyamet gününe kadar olan evlatlarıdır. ”
Şia’ya göre velayet-i fakih
gaybet çağında Masum imamların (a. s) velayetinin devamı konumundadır. Nitekim Masum İmamlar’ın velayeti de Peygamberi Ekrem’in (s. a. a) velayetinin devamı konumundadır. Velhasıl Velayet-i Fakih’ten,
İslam camiasının başında en üst düzey yöneticisi olarak İslam’ı bilen bir kimsenin yer alması kastedilmektedir. Eğer Masum (a. s) toplumda hazır ise bizzat kendisi, eğer hazır değil ise fakihler bu görevi üstlenmelidir. Bu bakış açısı, İslami hükümetin asil görevinin toplumda ilahi hükümleri ve değerleri yaymak ve uygulamak olduğu nüktesini kabul etmenin neticesidir. Böyle bir ülkünün gerçekleştirilmesi için ise toplumda karar alma mekanizmasının en üstünde dini bilen bir kimsenin yer almasına ihtiyaç vardır. Şüphesiz bu şahıs dış ilişkiler hususunda bilgili ve toplumu idare etmek hususunda da muktedir olmalıdır.
[Düzenle]
Velayet-i fakih konusunu birçok şekilde ispat etmek mümkündür.
Biz burada sadece en açık ve sade metoduna işaret etmeye çalışacağız.
Elbette bu konuyu ele almadan önce icmanın sürekli bir delil olarak dikkate alındığına teveccüh etmek gerekir. Biz, Şia alimlerinin velayet-i fakih konusundaki menkul ve muhassal icmasını hatırlattık. İcma edenlerin kendilerine ulaşıp bizlere ulaşmayan istinad ettikleri şey muteber bir delil olduğu taktirde, o icma tek başına muteberdir. Bu meselede icma edenlerin delili, bizlere ulaşan şeyden başka bir şey değildir. Bu yüzden onların görüş birliği her ne kadar delillerin delaletine iyi bir şahit ve teyit olsa da ne yazık ki bizzat, kendisi bağımsız bir delil sayılmamaktadır.
Biz velayet-i fakih meselesinde akli ve nakli delil ile yetiniyoruz.
Hiç şüphesiz her toplum bir yönetici ve öndere muhtaçtır. Öte yandan hükümetle ilgili meseleler din sahasının dışında kalan meseleler değildir. Hatta dinin
evrensel unsurları bu alanda
kamil bir sistem olarak son dinde takdim edilmiş ve akıl da bu konuda dinin müdahalesine engel teşkil etmemiş ve hatta hikmet gereği onun zarureti hususunda ısrar göstermiştir. Eğer
devlete din açısından bakacak ve devletin asıl görevinin ilahi değerleri korumak, İslami ülkülere sahip çıkmak ve şer’i hükümleri uygulamak diye kabul edecek olursak, akıl da böyle bir devletin başında ilahi hükümleri ve dini görevleri en iyi bilen ve insanları idare edebilen bir kimsenin olması gerektiğine hükmeder. Eğer masum, halk arasında olursa akıl onu bu makama layık görmektedir. Ama şu anda masum aramızda olmadığı için, toplumu idare etmeye kadir olan adil fakihleri bu makama layık görmektedir.
Başka bir ifade ile akıl, itikadi ve ideal bir devletin başında bu ideallerden haberdar olan bir şahsın yer alması gerektiğine hükmeder. İlahi hüküm ve kanunların bir bütünü olan İslam şeriatında bu sıfatlara sahip olan kimseler şüphesiz ki fakihlerdir.
Velayet-i fakihi ispat etmek için birçok rivayete istinat edilmiştir; onlardan bazıları şunlardır:
1- Merhum
Saduk Müminlerin Emiri Hz. Ali’den (a. s) naklettiği üzere Allah Resulü (s. a. a) şöyle buyurmuştur: “Allah’ım!
Halifelerime merhamet et. ” Kendisine, “Halifelerin kimlerdir?” diye sorulunca Allah Resulü (s. a. a) şöyle buyurmuştur: “Benden sonra gelip de
hadis ve sünnetimi nakleden kimselerdir. ”
Her hadis iki tür inceleme zaruret arz etmektedir:
• İtibarının elde edilmesi için
senetle ilgili inceleme.
• Konuya delalet tarzının değerlendirilmesini yapmak için delaleti ile ilgili inceleme.
Mezkur hadis muteber senetlerle ve çeşitli kitaplarda nakledildiği için
bu hadisin suduruna itminan etmekteyiz ve itibarı hususunda hiçbir şüpheye yer yoktur.
Bu hadisin velayet-i fakih meselesine delalet niteliğini açıklamak için şu iki nükteye teveccüh etmek gerekir:
a- Peygamber (s. a. a) başlıca şu üç makama sahipti:
Risalet: İlahi ayetleri
tebliğ etme, şer’i hükümleri iletme ve insanlara kılavuzluk etme makamı.
Yargı: İhtilaf olan hususlarda hakemlik etme ve düşmanlıkları giderme makamı.
Velayet: İslam toplumunun yöneticiliği ve tedbiri makamı.
b- Peygamberden (s. a. a) sonra gelip hadis ve sünnetini nakleden kimselerden maksat fakihlerdir; raviler ve
muhaddisler değil. Zira sadece hadis nakleden bir ravi naklettiği şeyin Peygamber’in (s. a. a) sünneti olduğunu teşhis edemez. O sadece duyduğu sözleri veya gördüğü ameli nakleder. Bu sözlerin veya amellerin ortaya çıkış sebebini bilemez; bununla çelişen veya onu kayıt altına alan hususları bilemez. Zahirde birbiriyle çelişen böyle rivayetleri bir araya getirip uzlaştıramaz. Bunların hakkında bilgisi olan kimse;
içtihat ve
fetva makamına ulaşmış ve fekahatin yüce derecesine nail olmuş birisidir.
Bu iki nükteye dikkatle mezkûr hadisin anlamı şöyledir: Peygamber-i Ekrem’in (s. a. a) halifeleri şüphesiz fakihlerdir. Çünkü Peygamber’in (s. a. a) çok çeşitli makamları vardı ve burada Peygamber’in (s. a. a) halifesi için özel bir makam zikredilmemiştir. Dolayısıyla fakihler bütün makamlarda Peygamber’in (s. a. a) halifeleridirler.
Bazı kimseler halife kavramının yer aldığı bu tür hadisleri velayet-i fakihe delil gösterme hususunu eleştirerek şöyle iddiada bulunmuşlardır.
Halife kavramının iki anlamı vardır:
a- Lügavi ve asli anlamı ki
Kur’an’da bu mana göz önünde bulundurulmuştur: Örneğin: “Şüphesiz ki ben yeryüzünde bir halife yaratacağım. ”
Veya şu ayet: “Ey
Davut! Şüphesiz ki biz seni yeryüzünde halife kıldık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. ”
Birinci
ayette hilafet tekvini bir iş olup yasama ve teşri ile ilgisi yoktur. İkinci ayette ise her ne kadar yasama ile ilgili bir husus olsa da sadece hakemlik ve yargı ile ilgilidir.
b- Siyasi ve tarihi anlamı ki İslam’da Resul-i Ekrem’in (s. a. a) vefatından sonra bu anlam zuhur etmiştir. Bu anlam ilahi değil dünyevi bir makamı açıklar. İnsanlar tarafından haklı veya haksız bir şahıs hakkında da kullanılmakta ve bu ilahi bir makam olan Risalet ve imametin yüce makamından tamamen ayrı bir makamdır. ”
Ancak bu eleştiri doğru değildir; çünkü eğer halifenin lügat anlamına, yani “birinin yerine geçen” anlamına dikkat edecek olursak; Kur’an ve rivayetlerde hatta tarihte bile bu anlamın göz önünde bulundurulduğu açık bir şekilde anlaşılır. Eğer bir farklılık varsa da sadece hilafet hususundadır. Bu hilafet bazen tekvini ve reel makamlar ve bazen de teşrii işler ve kanuni makamlar hakkındadır. Hatta İslam tarihinde eğer halife kavramı Resul-i Ekrem’in (s. a. a) vefatından sonra ortaya çıkmışsa da halifenin toplumu idare ve yöneticilik hususunda Peygamber’in (s. a. a) yerine geçen kimse olduğu göz önünde bulundurulmuştur. O halde bu esas üzere halife, çeşitli anlamlar ifade etmemektedir. Kullanımda her ne kadar hilafet hususları farklılık arz etse de bir tek anlam ifade etmektedir. Mezkûr rivayette de halife birinin yerine geçen anlamında kullanılmıştır. Bu rivayette hilafet için belli bir husus zikredilmediğinden bu itlak
şümul ve genelliği gerektirmektedir. Buradan da anlaşıldığı üzere fakihler, Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s. a. a) tüm işlerinde onun yerine geçen kimselerdir.
2- Merhum Saduk’un
Kemal’ud Din (İkmal’ud Din) kitabında
İshak b. Yakub’dan naklettiği tevki-i şerifte
Veli-yi Asr (a. f) onun sorularına cevap olarak bizzat kendi eliyle kaleme aldığı mektubunda şöyle buyurmuştur: “Meydana gelen olaylarda hadislerimizi rivayet edenlere müracaat ediniz; şüphesiz onlar benim sizler üzerinizdeki
hüccetimdir ve ben de onlar üzerinde Allah’ın hüccetiyim. ”
Bu rivayeti merhum
Şeyh Tusi de “
el-Gaybet” adlı kitabında nakletmektedir; şu farklılıkla ki rivayetin sonunda “ben onlar üzerinde Allah’ın hüccetiyim” yerine “ben sizin üzerinizde Allah’ın hüccetiyim” ifadesi yer almıştır.
Merhum
Tabersi’nin el-İhticac adlı kitabındaki nakilde ise “ben Allah’ın hüccetiyim” ifadesi yer almıştır.
Elbette bu nakillerdeki farklılık bu rivayetin delaleti hususunda hiçbir tesiri yoktur. İleride bunun açıklaması yapılacaktır.
Senet açısından da bu hadis İshak b. Yakub'a kadar yaklaşıp kesinlik arz etmektedir. Zira ravilerden bir grup diğer bir gruptan, onlar da merhum
Kuleyni’den da İshak b. Yakub’dan nakletmektedirler. İshak b. Yakub’un şahsı hakkında ise rical kitaplarında hiçbir tevsik (güvence)
yer almamıştır. Bazıları onu, Merhum Kuleyni’nin kardeşi saymışlardır.
Ama bu doğru ve faydalı bir çaba değildir. Doğru olan şu ki İmam Mehdi (a. f)
gaybet-i suğra döneminde var olan büyük baskı ve zor şartlar altında insanların gözünden gizlenmek zorunda kalmış ve insanlarla sadece özel naipleri vasıtasıyla irtibat kurmuştur. Dolayısıyla İmamın hayatının resmi senedi olan bu tevkiler, şüphesiz sadece itimat edilir insanlara verilmekteydi. O halde İmam (a. f) tarafından gönderilen bu mektuplar, bizzat o dönemde gönderdiği kimselerin güvenilir olduğuna delalet etmektedir.
Eğer, “İshak b. Yakub’un tevkiatı elde ettiği nasıl tespit edilmiş ve yalan iddiada bulunmadığı nereden bellidir?” diye sorulacak olursa cevap olarak şöyle deriz: Kuleyni onu mutlaka güvenilir bulmuştur. Aksi takdirde ondan bu tevkii nakletmezdi. Bu esas üzere bu hadisin senedinde hiçbir şüpheye yer kalmamaktadır.
Bu hadis hususunda önceki bazı fakihlerin sözlerinde de şahit olduğumuz en iyi istidlal metodu şudur: İmam Mehdi (a. f), "Şüphesiz onlar benim sizin üzerinizdeki hüccetimdir ve ben de Allah’ın hüccetiyim” cümleleriyle açık bir şekilde, fakihlerden ibaret olan ve önceki rivayette fakihlere tatbik sebebini izah ettiğimiz hadislerinin ravilerinin hüccet olduğunu ve onların hücciyeti, kendi hücciyetleri gibi olduğunu ifade etmektedir. Yani fakihler insanlar arasında İmam Mehdi'nin (a. f) naipleridir. Dolayısıyla bu tevkiatın ortaya çıktığı zamanı, yani gaybeti suğrayı göz önünde bulundurur, İmam Mehdi'nin (a. f) bu dönemde Şiileri
gaybet-i kübraya hazırladığına teveccüh eder ve onun son
vasiyet ve hükümleri beyan ettiğini göz önünde bulundurursak, bu rivayetin gaybet dönemiyle ilgili olduğunu ve -önceki fakihlerin de işaret ettiği gibi- Şii fakihleri tüm işlerde, bu cümleden İslami toplumun yöneticiliği hususunda İmam’ın halifesi olarak tanıttığını açık bir şekilde görürüz.
Bazıları birçok fıkhi nasta şahit olduğumuz bu hadisi delil gösterme hususunda münakaşa etmişler. Gerçi bunlar sadece
Neraki’nin sözlerini bilmektedirler ve bu hadisi delil gösteren diğer fakihlerden habersizdirler. Bu münakaşa edenler bu hadise sarılmanın, hüccetin anlamını hakkıyla araştırmamanın ve lügat biliminde uzmanlık sahibi olmamanın neticesi olarak görmüşlerdir! Sonra hüccet kelimesinin
mantık,
felsefe ve
usul-i fıkıh ilminde araştırarak büyük bir şaşkınlığa düşmüşlerdir. Gerçi bu yoldan kurtuluşları da mümkün değildir.
Bu rivayetteki hüccetten maksat, diğer hususlarda olduğu gibi delil olarak kullanılabilen ve kendisiyle ihticacda bulunulan şey demektedir.
O halde İmam (a. s) Allah’ın hüccetidir. Zira eğer o bir şey söyler ve insanlar amel etmezse, Allah Teala onun söylediğini muhalefet edenlerin aleyhine bir hüccet kılar ve onlar bu muhalefetleri hususunda hiçbir özür ortaya süremezler. Aynı şekilde eğer onun sözüyle amel ederlerse, onlara; Neden böyle yaptınız? Diye sorulacak olursa, onun dediği üzere amel ettiklerini söylemeleri yeterlidir. Bu esas üzere fakih imamın hücceti ise, yani eğer bir şeyi emreder de –ister fetva ve hükmü istinbat babından olsun ve isterse de velayet ve hükmü inşa babından olsun -insanlar muhalefet gösterirse, İmam (a. s) fakihin bu emriyle muhalefet edenlerin aleyhine hüccet ikame eder. Aynı şekilde fakihin emrine itaat edenler de amellerini tevcih etme noktasında bunu delil gösterirler. Velhasıl fakihlerin, rivayetin velayet-i fakihe ve Masum İmam’ın (a. s) niyabetine delaleti hususunda hiçbir şüphe yoktur.
[Düzenle]
Rehberlik şartlarını haiz olan fakihin seçimi için iki yol vardır:
Bu metotta kendilerini şartlara haiz kabul eden fakihler veya onu bu şartlara sahip kabul eden diğerleri seçim için adlarını yazdırırlar. Sonra uzman olan bir grup rehberlik için gerekli olan şartları bu şahıslarda onaylar ve ardından halk onlardan birini seçer.
Bu metotta ise insanlar bir grup uzmanı seçer ve onlar vekil olarak rehberlik şartlarını haiz olan birini velayet işine seçerler
Görüldüğü gibi her iki yolda da rehberlik şartlarının tahakkukunu onaylayan uzman bir grubun varlığı zaruridir. Zira
fekahet meselesi bir uzmanlık gerektirir ve sadece uzman kimseler bu gibi şeyleri bir şahısta tespit edip onaylayabilir. Nitekim birisi doktor olduğunu iddia ederse bizzat doktorlar onun yalan söylediğini teşhis edebilirler.
Bu iki yolun farklılığı şundandır ki, birinci metotta uzmanlar rehberlik için gerekli şartların varlığını adaylarda onaylar ve şüphesiz bu makamda bu şartların en az mertebesi yeterli bulunur. Oysa ikinci metotta onlar en üst düzeyde şartlara sahip olan kimseyi seçerler. Bu yüzden dolaylı seçim metodu -yani uzmanların halk tarafından ve şartları haiz olan fakihin de bu uzmanlar tarafından seçilmesi- direkt seçim metodundan -yani şartları haiz fakihin halk tarafından seçilmesi metodundan- daha üstündür. Bu konu
İslam Cumhuriyeti Anayasasında da göz önünde bulundurulmuştur. Anayasa uzmanlarının müzakerelerinden ve anayasadaki maddelerden de anlaşıldığı üzere tayin görüşü kabul edilmekle beraber rehber tayini için dolaylı seçim metodu kabul görmüştür.
Bu esas üzere insanlar tayin teorisine göre bile rehberi tayin hususunda kilit rol oynamaktalar. Her ne kadar fakihin hükümetinin meşruiyeti Allah ve Masum İmamlar tarafından olup insanların seçimine bağlı olmasa da insanların görevi sadece sistemin işlerliğini sağlamak ve rehberin istediklerinin icrasından ibaret değildir.
Halk, şartları sahip fakihi seçerek direkt veya dolaylı olarak toplumun yöneticisini ve veliyi emri tayin etmekte ve bu görevi yerine getirmesi için ona imkân sağlamaktadır.
[Düzenle]
Velayet-i fakih hakkında beyan edilen deliller esasınca İslam toplumunda yöneticilik makamına oturabilecek şahıs fekahet makamına sahip olmalı ve ilahi hükümleri sağlam kaynaklardan
istinbat edebilmelidir. Elbette rivayetlerde bu şahıs “Masum İmamların (a. s) hadis veya sünnet ravileri” olarak adlandırmıştır. Yerinde açıklandığı üzere hadis veya sünneti, Masum İmamların (a. s) hadis ve sünneti olarak takdim edebilecek kimse fakih, yani müçtehit olmalı ve o hadis veya sünnetin birbiriyle çelişikliğini halletmeyi, rivayetlerin arasını bulmayı, senedin itibarını tespit etmeyi ve benzeri hususları bilen birisi olmalıdır. Belki de rivayetlerde “Masum İmamların (a. s) hadis ve sünnet ravileri” diye ifade edilmesinin sebebi o zamanlar fakih veya
müçtehit kavramının bugünkü anlamda kavramlaşmadığı sebebiyledir. Belki de her ne kadar bütün raviler fakih olmasa da o günkü fakihlerin raviler arasında olduğu sebebiyledir.
[Düzenle]
Velhasıl gaybet döneminde İslam toplumunun yöneticilik şartlarından biri fekahettir ve bundan maksat ise mutlak içtihat sahibi olmaktır. Yani şahıs her konuyu dini kaynaklardan istinbat edebilmeli ve “mütecezzi içtihat” (sadece belli hususlarda içtihat) sahibi diye adlandırılan bir sahada içtihada kudret sahibi olmakla kalmamalıdır.
İslami yöneticiliğin diğer şartlarından biri de
adalettir. Gerçi bu şart velayet-i fakih’in nakli delilleri arasında yer almamıştır. Ama akıl, bir inanç esasına dayanan bir toplumun yöneticiliğini, amelde bu inanca bağlı olmayan ve bu kanunlara bağlılık içinde bulunmayan birine verilemeyeceğine hükmeder. Öte yandan sahip olduğumuz bir takım ayet ve rivayetlerde
fasık ve adil olmayan birine itaati ve onun velayetini reddetmektedir.
Örneğin bir ayet-i şerifede şöyle buyurulmaktadır: “Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız ve hevesine uyan kimseye itaat etme. ”
Usul-i Kafi’de İmam Bakır’dan (a. s) nakledilen bir rivayette ise Resul-i Ekrem’in (s. a. a) şöyle buyurduğu yer almıştır: “İmamet ve yöneticiliğe sadece şu üç özelliğe sahip olan birisi layıktır:
1 - Kendisini günahlardan koruyan bir
takva;
2 - Vesilesiyle gazabına sahip olabileceği bir
hilim;
3 - Yönettiği kimselere şefkatli bir baba gibi davranarak onları iyi yönetme. ”
Bu rivayet aklın da tanıklık ettiği başka bir şarta da delalet etmektedir ve o şart uhdesine aldığı işi yapabilme gücüne sahip olmaktır. Yani İslam toplumunu idare edecek olan adil fakih aynı zamanda toplumu idare etme gücüne de sahip olmalıdır. Bunu akıl sahiplerinin düşüncesi
de onaylamaktadır.
O halde İslami yöneticiliğin temel şartları şunlardır: Fekahet (içtihad) , adalet ve İslami toplumu idare etme gücüne sahip olmak. İslam Cumhuriyetinin
1- Fıkhın değişik ve bütün konularında ifta (fetva verme) için gerekli ilmi salahiyete sahip olmak.
2- Ümmet-i İslam’ın rehberliği için gerekli adalet ve takvayı haiz olmak.
3- Siyasal ve toplumsal yönden doğru bir bilinci olmak, rehberlik için yeterli derecede kudret, tedbir, şecaat ve yöneticilik yeteneğine sahip olmak. ”
Bu maddenin ilk fıkrası mutlak içtihada işaret etmektedir. Bu yüzden rehberin fıkhın bir babında değil, çeşitli bablarda fetva verebilecek ilmi salahiyete sahip olması gerektiğine işaret etmektedir.
İkinci fıkrası ise rehberin adaletine işaret etmektedir. Adaletin çeşitli mertebeleri düşünülebileceği için de bu ifadede İslam Ümmetinin rehberi için gerekli olan adaletin kastedildiği önemle vurgulanmıştır.
Üçüncü fıkrası ise rehberin yeterliliğini açıklamış, “rehberlik için yeterli derecede
kudret,
tedbir,
şecaat ve yöneticilik yeteneğine sahip olmak” tabiriyle toplum idaresinin pratik ve teorik gereklerine işaret edilmiştir.
[Düzenle]
Velayet-i fakihin delilleri fakihi, İmamın (a. s) gaybet döneminde İslam toplumunun idarecisi ve Masumlar’ın (a. s) naibi olarak tanıtmaktadır. Bu yüzden toplumun idare ve rehberliği için gerekli olan ve akıl sahibi kimselerin toplum önderlerinin hak ve yetkilerinden saydığı ve masumlar (a. s) için sabit olan her yetki, gaybet döneminde fakih için de sabittir. Bu konuyu bizlere lafzi delillerin mutlak oluşu ve özellikle de tevki-i şerif ifade etmektedir. Böyle bir anlamı fakihin mutlak velayeti diye adlandırmaktayız ve bu velayet, fakihin kayıtlı (şartlı) velayetinin karşısında yer almaktadır. Velayet-i fakihin itlakı (mutlak oluşu) iki açıdandır.
1 - Üzerinde velayet hakkına sahip olduğu kimseler yönünde.
2 - Velayet sahibi olduğu işler yönünde.
Birinci yönde fakih, Müslüman veya gayr-i Müslüman, müçtehit veya sıradan bir insan, İslami toplumun tüm bireyleri üzerinde tek tek hatta bizzat kendi üzerinde velayet sahibidir. Dolayısıyla ölçülere dikkatle bir hüküm verecek olursa herkes, hatta diğer fakihler ve hatta kendisi dahi ona rivayet etmek ve onunla amel etmek zorundadır. Bunun delili ise işaret dildiği gibi velayetin lafzi delillerinin mutlak oluşudur. Bunun da ötesinde böyle bir şey aklın gereklerinden veya toplumun önderliği hususunda akıl sahiplerinin kabul ettiği hususlardan sayılmaktadır.
Bu görüşün karşısında yer alan bir grup işlerini yönetmekten aciz olan, kendi maslahat ve fesatlarını teşhis edemeyen kimselerin vekilliğini üstlenmeyi ifade eden velayet kelimesini nazara alarak velayet-i fakihin de bu çerçevede yani “kusser”
kimselere mahsus olduğunu zannetmişlerdir. Oysa fıkıhta velayet iki hususta kullanılmaktadır ve bunların sadece birinde üzerinde velayet edilen kimselerin acizliği söz konusu edilmiştir. Diğerinde yani idarecilik anlamına gelen velayet-i fakihte ise böyle bir şey söz konusu değildir.
O halde önderlik anlamına gelen velayet-i fakih, velayet edilen kimselerin aciz olmasını gerektirmemektedir. Dolayısıyla da “velayet-i fakihin hakimiyeti altındaki İslam cumhuriyeti çelişkili bir cümledir”
sözü yersiz bir sözdür. Bu esas üzere velayet edilen kimselerin
kemal ve kudretini kabul etmekle birlikte yine de bu rehberlik ve yöneticilik anlamındaki velayet sabittir. Zira toplumun bir yöneticisiz idare olması mümkün değildir. Bu esas üzere diğer fakihler velayet makamına sahip olmakla birlikte sahih ve meşhur olan “tayin teorisi” esasınca işleri yönetmeyi üstlenen fakihin hükmüne itaat etmek zorundalar. Eğer bu itaat yönetilenlerin zayıflığı ve kusuru sebebiyle olsaydı, velayet-i fakihin delilleri onları da kapsar mıydı?
İkinci açıdan ise fakih, toplumun tüm işlerinde velayet hakkına sahiptir ve fakih, ölçüler esasınca bu konularda hüküm verebilir. Hüküm verdiği taktirde ise ona itaat etmek herkese farzdır. Bunun delili ise lâfzi delillerin mutlak oluşu ve velayetin böyle bir şeyi gerektirmesidir.
[Düzenle]
Elbette fakih, velayetini şeriat sahibi tarafından elde ettiği için şeriat sahibinin ortaya koyduğu kanunlar çerçevesinde amel etmelidir. Eğer velayet etmek istediği husus, şer’i bir konu -yani farz veya haram olmayan müstehap veya mekruh olabilen işlerden- olursa velayetini kullanmak için ölçü, maslahatın varlığıdır. Yani eğer onda toplum, İslam düzeni veya halktan bir grubun menfaati varsa, fakih bu menfaate dayanarak emredebilir veya sakındırabilir. Bu konuda tıpkı kendi özel hayatında şer’i konular çerçevesinde maslahat gördüğü şekilde amel eden şahıslar gibidir. Bu konunun en iyi delili şu ayet-i kerimedir: “Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha evladır. ”
Ayrıca buna velayet-i fakih delilini de eklemek gerekir. Zira bu ayetten anlaşıldığı üzere Peygamber-i Ekrem (s. a. a) insanlara kendi nefislerinden daha evladır. Dolayısıyla onlar kendi istekleri esasınca bir şey yapabilme veya terk edebilme gücüne sahipse, Peygamber (s. a. a) daha hakkıyla ve evla bir şekilde onlara bir işi emredebilir veya onları bir işten sakındırabilir. Velayet-i fakihin delilleri, Peygamber-i Ekrem (s. a. a) ve İmamlar (a. s) için toplumun yöneticilik alanında sabit olan her şeyi, fakih için de sabit kılmaktadır. O halde o da böyle davranabilir. Maslahatları teşhis etmek içinse bir yönden şer’i ölçüler göz önünde bulundurulmalı ve öte yönden beşerî ilim ve bilgilerin uzmanlarına müracaat ederek gerçek menfaatin varlığının onayı alınmalıdır. Bu esas üzere fakih, maslahatın teşhisi için velayetini kullanma hususunda farklı uzmanlar ve bilginlerin görüşlerinden faydalanmak zorundadır.
Eğer fakih şeriat sahibinin zorlayıcı bir hüküm verdiği -farz veya haram gibi- konularda velayetini kullanmak ve şeriat sahibinin gerekli kıldığı şeyi gereksiz veya aksini gerekli ilan etmek isterse, bu iş tezahüm kaidelerine riayet şartına bağlıdır. Tezahüm ise iki şer’i emre itaatin mümkün olmadığı ve her birine itaatin diğerine isyanı gerektirdiği hususlarda geçerlidir. Burada fakih daha önemli olan zorunlu emri seçmeli ve az da olsa yine bir öneme sahip olan diğer emri ona feda etmelidir.
Ferdi işlerde tezahümü teşhis etmek ve en önemli olan şeyi önemli olana tercih etmek bireylerin kendi görevidir. Ama toplumsal işlerde bu iş toplumun yöneticisine aittir ve toplumun yöneticisi olan fakih bu konuda ortaya tavır koymalıdır. Toplumun tüm bireylerinin de ona itaat etmesi farzdır. Ferdi işlerde tezahüm için genelde verilen örnek şudur:
Eğer bir şahıs birine ait evin önünden geçer ve evin havuzunda bir çocuğun boğulmak üzere olduğunu görürse, burada iki görevle karşı karşıya kalır ve her ikisine birden itaat edemez:
1 - Çocuğun canını kurtarma görevi.
2 - İzin olmaksızın başkalarının mülküne girmeme görevi.
Burada çocuğu kurtarmaktan ibaret olan önemli görev, daha az önemli olan görevden, yani malikinin izni olmaksızın başkasının mülküne girmemekten daha öncelikli ve tercihlidir.
Toplumsal işler hususundaki tezahüm için de böyle bir durumu göz önünde bulundurmak mümkündür. Örneğin: Farz edin bir ülke kıtlığa duçar olmuş ve hakkında bir çare bulunmadığı taktirde insanların büyük bir kısmı ölümle karşı karşıya kalmıştır. Bu sebeple de neticede
İslam düzeni büyük bir buhrana düşecektir. Öte yandan ülkede helal olmayan yiyecek kaynağı, örneğin pulsuz balık kaynağına sahip olur. Bu pulsuz balık helal görüldüğü taktirde söz konusu buhrandan kurtulmak mümkündür. Burada
İslam hükümeti iki görevden, yani düzeni koruma farzı ve pulsuz balık yemenin haram oluşundan ibaret olan iki görevden en önemli olanını, yani sistemi korumayı önemi az olana, yani pulsuz balık yemenin haramına tercih etmeli ve bu balığı yemeyi helal ilan etmelidir. Bu taktirde söz konusu şartlarda insanların geneli için pulsuz balık yemek caiz olmaktadır. Elbette bu örnekte tezahüm açlık buhranını gidermek için başka bir yolun olmadığı taktirde gerçekleşmektedir.
Bu esas üzere tezahüm zarfında çıkartılan hükümler, tezahüm şartları olduğu müddetçe bakidir. Durum değiştiği taktirde hüküm de değerini kaybeder ve ilk şer’i hükümle amel edilmesi gerekir. O halde fakih mecburi olmayan hükümler çerçevesinde maslahata riayet etmeye ve mecburi hükümler çerçevesinde ise tezahüm şartlarına riayet etmeye mecburdur.
Üstelik fakih, İslam’da insanın toplumsal işlerinin farklı sahalar için belirlenen ve bizim, tedvin edilmiş düşünceler teorisinde mektep ve sistem diye adlandırdığımız şeylere bağlı kalmak zorundadır. Fakih İslam’ın iktisadi, pedagojik, toplumsal vb. sistemlerini hayata geçirmek için çalışmalıdır. Bu da şeriat sahibi tarafından onun velayetini başka bir hudut ve sınırlandırmayı gerektirir.
Önceki söylenenlerden de anlaşıldığı üzere fakihin, velayeti uygulama noktasında birtakım sınırlarla sınırlandırılmıştır. Fakih her ne kadar her alanda ve herkes hakkında hüküm verme yetkisine sahip olsa da bu hükmü vermede maslahat, tezahüm ve İslami sistemleri göz önünde bulundurmalıdır.
O halde fakihin mutlak velayeti fıkhi özel bir kavramdır ve velayeti kullanma sahasına ve velayeti altındaki kimselere teveccüh etmektedir. Bu alandaki sınırlandırmaları ret etmektedir. Ama bu kavram fakih tarafından velayeti uygulama noktasında her türlü sınırlandırmayı ve kanunu red anlamını ifade etmemektedir. Hiçbir fakih ondan bu anlamı kastetmemiştir. İnançlarımız böyle bir şeyi Masum İmamlar (a. s) hakkında dahi kabul etmemektedir. İnançlarımız Masum İmamlar hakkında dahi onların hiçbir kaide ve ölçü tanımadan hüküm verdiğini kabul etmemektedir. Bundan da öte
Adliye mezhebi şöyle inanmaktadır: “Allah dahi boş yere ve hiçbir kural olmaksızın hükmetmemektedir. ” O halde fakih nasıl olur da hiçbir ölçüye riayet etmeksizin, sadece kendi istek ve iradesi doğrultusunda her alanda ve herkes hakkında hüküm verebilir?
Ne yazık ki bu konu hakkındaki
cehalet veya cahilce davranma gibi etkenler bir grubun fakihin mutlak velayetini siyasi konularda söz konusu edilen mutlak hükümetle eşit tutmasına sebep olmuştur. Oysa bu konuda söylenenlerin velayet-i fakihle hiçbir ilgisi yoktur. Mutlak hükümet, hâkimin hükümet uygulamalarında hiçbir sınırlılık tanımadığı ve hiçbir ölçü ve kurala riayet etmediği hükümettir. Ama fakih velayetini uygulama noktasında bir takım özel ölçülere riayet etme zorundadır.
[Düzenle]
[Düzenle]
Wikifeqh Araştırma Gurubu