Teşeyyü
Makaleyi PDF formatında kaydet
Teşeyyü (Arapça: التَشیُّع) ve Şia aynı köktendirler ve anlam ve kullanış yönünden birbirine yakın anlama sahiptirler. Fakat bu iki sözcüğün anlamlarının tam olarak belirlenmesi için biz asıl konuya geçmeden bu kelimelerin sözcük ve terimsel anlamlarını ayrıca inceleyeceğiz.
[Düzenle]
Cevheri, Sıhahu’l-Lugat’ta şöyle yazıyor: “Teşeyyü, Muşayaet’ten olup birinin izinden gitmek, birini takip etmek ve birine yardım etmek ve vilayete sahip olmak anlamına gelmektedir. ’’
[Düzenle]
Teşeyyü, İmameti ilahi bir makam bilme görüşünden ortaya çıkarak, imamın nas vasıtasıyla ve Allah tarafından seçildiği inancına sahiptir. Buna göre
İslam Peygamberi (s. a. a) Allah’ın emriyle, önceki
peygamberler arasında da bulunan bu ilahi sünnete uyarak kendisinden sonraki imam ve vasileri tanıtmıştır.
Birincisi
Hz. Ali (a. s) olan bu vasiler, hem dini merciiyet hem de velayet sahasında İslam camiasının hakimiyet ve rehberliğini üstlenerek Peygamber’den (s. a. a) sonra halkın imamı ve önderi olmuşlardır.
Merhum şeyh Muhammet Cevad Müğniye şöyle diyor: “Teşeyyü, Peygamber (s. a. a) tarafından Hz. Ali’nin (a. s) imamet ve hilafetine dair nassın bulunduğuna, onun ve evlatlarının hakkında aşırıya gitmeksizin iman etmekten ibarettir. ’’
[Düzenle]
Şia, sözlükte tabi ve yardım eden anlamındadır. Bu konuda
Cevherî şöyle yazıyor: Birinin Şiası olmak, onun izinden gitmek ve ona yardım etmek anlamındadır.
Şia kelimesi aynı manayla Kur’anı Kerim’de de gelmiştir. Örneğin: “Ve biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara nimet ve bağış sunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim. ”
Şia kelimesi, Kamusu’l-Muhitte şöyle gelmiştir: Birinin Şiası olmak, onun izinden gitmek ve ona yardım etmeye denir; bu kelimenin tekil, çoğul ve erkek ve kadın kipleri Arapçada aynıdır. (Şia kelimesi tüm kipler için aynı şekilde kullanılır.) . ’’
1-
Şehristani şöyle demektedir: “Sadece Ali’nin (a. s) izinden giden; onun
imamet ve
hilafetininas ve vasiyet üzere kabul eden kimselere, Şia denir. ’’
2-
İbn-i Hazm ise Şia’yı şöyle tanımlıyor: “Hz. Ali’nin (a. s) Peygamber’den (s. a. a) sonra halkın en üstünü ve imamete onlardan daha haklı, daha layık olduğunu ve imametin onun evlatlarında süreceğini kabul eden kimseye, Şia denir. ’’
3-
İbni Haldun ise şöyle yazıyor: “Şia sözlükte yol arkadaşı ve tabi anlamındadır; ama fakih ve mütekellimlerin lisanında Hz. Ali (a. s) ve onun evlatlarına tâbi olan kimselere denmektedir. ’’
4-
Mir Seyyit Şerif Curcani ise bu hususta şu açıklamaya yer veriyor: “Hz. Ali’nin (a. s) izinden giderek, Peygamber’den (s. a. a) sonra Ali’nin imam olduğunu kabul eden ve imametin O ve evlatlarından başkasına geçmeyeceğine inananlara, Şia denir. ’’
5- Muhammet Ferit Vecdi’nin tanımı ise şöyledir: “Ali’yi (a. s) imam bilerek onun izinden giden ve imametin onun evlatlarından başkasına geçmeyeceğine inanan kimselere, Şia denir. Bunlar imametin, ümmetin kendi görüşüne bırakılacak bir mesele olmadığına; ümmetin kendi isteğine göre bir şahsı imam olarak hiçbir şekilde belirleyemeyeceğine ve imametin
Usul-i Din’in bir rüknü olduğuna inanıyorlar. Buna göre Allah Resulü’nün (s. a. a) kendisinden sonraki imamı açıkça tanıtması gerekir. İmamların büyük ve küçük günahlardan masum oldukları da onların diğer inançlarından biridir. Ayrıca söz ve davranışların
tevelli (
Ehlibeyt’in dostuyla dost olmak) ve
teberriye (Ehlibeyt’in düşmanıyla düşman olmak) uygun bir şekilde yapılması gerektiğine ve sadece zalim bir düşmandan korkulduğu zaman takiye yapılacağına inanıyorlar. ”
6-
Ebul Hasan Eş’ari’nin Şia’yı tanımlaması ise şöyledir: “Şialara Şia denmesinin sebebi, Hz. Ali’yi (a. s) izlemeleri ve onu Hz. Peygamber’in (s. a. a) diğer ashabından daha üstün ve önde tutmalarıdır. ”
7- Kamus’un Sahibi
Firuz Abadi, Şia sözcüğünün terim anlamı hakkında şu açıklamayı veriyor: “Bu isim (Şia) çoğunlukla Hz. Ali ve onun Ehlibeyt’inin velayetini kabul edenler hakkında söylenmiş; öyle ki bu isim onlara mahsus hale gelmiştir. ’’
8- Bostani şöyle yazıyor: “Şia büyük İslam zümrelerindendir. Onlar Ali’ye (a. s) biat etmiş, Peygamber’den (s. a. a) sonra imametin, ona açık veya gizli nas ile ulaştığına inanmışlardır. Ayrıca imamet makamının ondan ve evladından başkasına intikal etmeyeceğine inanıyorlar. ”
9-
Doktor Nasır Hasanu’ş Şeyh (Vahhabi yazarlarından) şöyle söylüyor: “Şia kelimesi terim olarak özel bir mana almıştır. Şia, imamet konusunu umumi maslahatlardan bilmeyen ve neticede ümmetin her ne şekilde olursa olsun bu konuda nazar belirtemeyeceğini ve onun Usul-i Din’den bir rükün olduğunu bilen kimselere denir. Ayrıca Peygamber’in (s. a. a) gaflet yüzünden imamı tayin etmemesini veya tayin işini ümmete bırakmasını caiz bilmiyor ve böyle bir şahsı tanıtmayı ona vacip biliyorlar. ”
10- Şia’nı büyük kelamcılarından olan
Şeyh Müfid Şia’yı şöyle tanımlamaktadır: “Hz. Ali’nin (a. s) izinden giden ve onu diğer sahabeden üstün tutan kimselere Şia denir. Onlar Hz. Ali’nin (a. s) , Peygamber’den (s. a. a) sonra, Allah’ın iradesi ve Peygamberin vasiyeti üzere imam olarak tanıtıldığına inanıyorlar. ”
[Düzenle]
Teşeyyü’ün ortaya çıkışı ve onun kurucusu hakkında çeşitli görüşler belirtilmiştir. Burada bu görüşlerin en önemlilerine değinilecektir:
İmamiye Şia’sı, Teşeyyü fidanının ilk olarak Allah (c. c) tarafından ve Kur’anı Kerim’de yer alan ayetlere dikildiğine ve büyük İslam Peygamberi tarafından, peygamberliği boyunca bu fidanın korunup büyütüldüğüne inanmaktadırlar. Buna göre Teşeyyü’ün pâk şeceresi İslam’ın büyük Peygamberi zamanında meyvesini vermiş; bu yüzden sahabeden bazıları Şia olarak tanınmışlardır:
Selman-ı Farsi,
Ebuzer Gıfari,
Mikdat b. Esvet gibi büyük şahsiyetlerin bu dönemde Şia olarak tanındıkları bilinen tarihi bir gerçektir. Bu görüşe göre Allah ve Resulü öz İslam’la özdeş olan Teşeyyü mektebinin kurucusudur.
Ehli Sünnet tarihçilerinden bazısına göre: “
Sakife olayında bir kısım Hz. Ali’nin (a. s) peşinden gidince ve diğerleri de buna karşı başka alternatifleri benimseyince Teşeyyü ortaya çıktı. Ehli Sünnet yazarlarından İbni Haldun,
Doktor Hasan İbrahim Hasan,
Ahmet Emin Mısri,
ve
Muhammet Abdullah İnan ünlü doğu bilimcilerinden ise
Kulet Teshir bu görüşü kabul etmişlerdir.
Tarihçilerden bazıları, halkın
Osman’ın evine saldırarak onu öldürmeleri üzerine, Peygamber’den (s. a. a) yirmi beş yıl sonra, Teşeyyü’ün şekillenmeye başlayıp ortaya çıktığına inanmaktadırlar.
Ehli Sünnet’te
İbni Hazm Endülüsi ve
Doktor Ali Sami en-Nişar’ın;
doğu bilimcilerinden ise
Felhavez’in böyle bir görüşü vardır.
Doktor Kamil Mustafa Şebibi’ye göre Teşeyyü,
Hz. Hüseyin b. Ali’nin (a. s) şehadetinden sonra ortaya çıkmıştır.
Bazıları Teşeyyü düşünce sisteminin, İslam başkentine nüfuz eden
İranlı Farsların fikirlerinden etkilenerek ortaya çıktığına inanıyorlar. Doğu bilimcileri arasında
Dozy,
Gerlof van Vloten ve
Browne;
Ehli Sünnetten ise Ahmet Emin
ve
Ahmet Atiyyetullah bu görüşü ortaya atmışlardır.
Şia mektebinin
Abdullah b. Sebe’nin uydurmalarından olduğuna inananlardan bazıları şunlardır: Doktor Ali Sami en-Nişar,
Seyyit Muhammet Reşit Rıza,
Şeyh Muhammet,
Ebu Rünne,
Ebu-l Hasan Multi.
Daha sonraki konularda yukarıda belirtilen görüşleri ayrı ayrı incelemeye çalışacağız:
Geçen konularda Şia inancının eksenini oluşturan iki konuya işaret ettik; şöyle ki: Birinci olarak; İmamet ilahi bir makam olup, imam Allah tarafından tayin edilir. İkinci olarak, Peygamber (s. a. a) kendisinden sonraki imam ve halifeyi açıklayarak belirtir. Yani söz konusu ilahi tayin Peygamber (s. a. a) aracılığıyla insanlara duyurulur. Biz burada her iki hususu da inceleyerek ispat etmeye çalışacağız.
“Niçin imamın tayini Allah’ın hakkıdır ve Allah onu tayin etmelidir?” Sorusuna çeşitli yollardan cevap verilebilir. Burada sadece bu yollardan bazılarına değinilecektir.
İtaatte
tevhit, tevhidin mertebelerinden biridir. Yani itaat asaleten ve zaten insanların yaratıcısı Allah’a mahsustur. O’ndan başkasına itaat etmek, O’nun izin ve emrini gerektirir. (Çünkü arızi olan her şey zati olana döner). Başka bir ifadeyle itaat,
malikiyet (sahiplik) ve
kulluğun bir görüntüsüdür; bu yüzden bütün varlıkların sahibi olan birisinin itaati vacip; ondan başkasının itaati ise onun iznine bağlıdır.
Yüce Allah birçok ayette bu noktaya işaret etmiştir. Örneğin: “Ey insanlar, siz Allah’a yönelmiş yoksullarsınız. Allah ise mutlak Ganî mutlak Hamîd’dir. ”
“Biz hiçbir resulü, Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi dışında bir amaçla göndermedik. Eğer onlar, öz benliklerine zulmettiklerinde sana gelip Allah’tan af dileseler, resul de kendileri için af dileseydi, elbette ki Allah’ı tövbeleri cömertçe kabul eden bir Rahîm olarak bulacaklardı. ”
“Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Yan çizen çizsin, biz seni onlar üzerine bekçi göndermektik. ”
Yukarıdaki ayetlerden anlaşılan şudur ki: Gerçekte itaat Allah’a mahsustur; diğerlerine itaat ise, onun emir ve izniyledir. Resul ve
emir sahiplerinin (ululemrin) itaati de bu kuralın dışında değildir ve Allah’ın emriyle olmalıdır. Nitekim Kur’anı Kerim bu hususta şöyle buyuruyor: “Ey iman sahipleri! Allah’a itaat edin. Resule ve sizin içinizden olan emir sahibine de itaat edin. Sonra bir şeyde tartışmaya girdiniz mi eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve resule arz edin. Böyle yapmanız hem daha hayırlı hem de sonuç bakımından daha güzeldir. “
Tevhidin diğer mertebelerinden biri, hakimiyette tevhittir. Yani hükümet,
hakimiyet ve hükmetmek Yüce Allah’a mahsustur; öyleyse her yönetici, hükümetini O’nun emrine dayandırmalıdır. Çünkü asaleten ve zaten hakimiyet hakkına sahip olan Allah’tır.
Bunun delili ise kısaca şöyledir: Toplumda hükümdarlık etmek, insanların mal ve canlarında tasarruf etmeğe eşittir. Yönetici böyle bir hakka sahip değilse, yaptığı tasarruf şer’en haram bir davranış olur. Öte yandan bütün insanlar Allah'ın yaratığı olup; eşittirler. Hiç kimse başkalarının üzerinde velayet hakkına sahip olmayıp, bu hak sadece Allah’a mahsustur. Bu yüzden hükümet etmek isteyen birinin, hükümetini Allah’ın iznine dayandırması gerekir.
Kur’an ayetleri ne zaman şöyle buyursa:
“O’nun yanında nelere kulluk ediyorsunuz? Sadece birtakım isimlere ki, adlarını siz ve atalarınız koymuştur. Onlar hakkında Allah, hiçbir kanıt indirmemiştir. Hüküm yalnız Allah’ındır. O, yalnız ve yalnız kendisine kulluk etmenizi emretti. Eskimez ve pörsümez din işte budur. Ama insanların çokları bilmiyorlar. ”
Teşrii hakimiyetteki tevhide işaret etmektedir; ve ne zaman şöyle buyursa:
“... Çabucak gelmesini istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O hakkı anlatır. O doğru hüküm verenlerin en hayırlısıdır. ”
tekvini hakimiyetteki tevhide işaret etmektedir.
Allame Tabatabai şöyle diyor:
“Etki hakkı ve yetkisi Allah’a mahsustur; hüküm de bir çeşit tesir ve icat etmek olduğuna göre ister
tekvini hakikatlerde olsun, ister itibari ve gayri hakiki konularda Allah’a aittir. ’’
İmamı normal bir yönetici olarak düşünürsek o zaman onun belirlenmesinin de insanların istek ve inisiyatifine bırakılması sakıncalı olmaz; Ancak imamet makamının tüm insanların maddi, manevi, ilmi, fikri ve ruhi boyutlarda öncüsü olarak kabul edersek onun Allah’ın insanlara üzerinde hücceti ve Kur’an’ın hakiki müfessiri,
şeriatı her türlü
tahrif ve
bidatten koruyan,
hak ve
batıl ölçüsü, her türlü
günah ve hatadan masum olduğuna inanırsak o zaman böyle birinin insanlar tarafından seçim yoluyla belirlenmesinin imkansızlığında şüphe etmek anlamsızdır. İşte Ehlibeyt mektebinde imam, seçimle belirlenmesi mümkün olamayan bir takım ilahi vasıflara sahip olan
insan-i kamil ve imkan aleminin kutbu sayılır.
Uzun bir hadiste
İmam Rıza'dan (a. s) şöyle nakledilmiştir:
“Acaba halk imametin makam ve derecesini biliyorlar mı ki onlar imamı seçsinler? İmamet, halkın onu akıllarıyla idrak edebileceğinden değeri daha yüce; makamı daha büyüktür... ”
Bu hadis, halkın bir şahsı imam unvanıyla seçmesi durakalsın, imamı tam olarak, tüm manevi boyutlarıyla tanımanın bile mümkün olmadığını göstermektedir. Öyleyse imamı, ancak onu doğru bir şekilde tanıyan biri tayin edebilir.
Nebevi rivayetlerden anlaşılan şudur ki: Peygamber (s. a. a) efendimiz imamet ve rehberlik meselesinin ilahi bir iş olduğunu biliyordu. Bu yüzden hiçbir hadiste Peygamber’in (s. a. a) ümmetinin imamet meselesini, halka ve onların oylarına bıraktığı görülmemiştir. Bunun açıklık kazanması için bir hadis naklediyoruz:
İbni Hişam’ın siyerinde şöyle anlatılıyor: “
Beni Amir b. Sa’sa, Allah’ın Resulünün huzuruna geldi. Peygamber hazretleri onları Allah’a davet ederek ilahi risaletini onlara sundu. Bu sırada onlardan
Beheyre b. Feras isminde biri hazrete şöyle arz etti:
-Bana söyle! Eğer biz İslam üzere sana biat eder ve Allah sana, muhaliflerine karşı üstünlük verirse, acaba bizim, senden sonraki hilafette bir payımız olacak mı? Peygamber: “Hilafet işi Allah’ın elindedir. Nerede isterse orada kılar” diye buyurdu. Bunun üzerine “Beheyre” Peygamber hazretlerine: “Canımızı seni korumak için verdikten ve Allah seni düşmanlarına karşı üstün kıldıktan sonra, hilafet bizden başkasına mı ulaşacak? Bizim senin İslam’ına ihtiyacımız yoktur... ” diye karşılık verdi.
Bu olayın benzeri
Beni Kinde Ammar b. Tufeyl kabilesiyle de tekrarlanmıştır.
Şimdi sıra Teşeyyü’ün ikinci iddiasının ispatına geldi. Daha önce Peygamber’in (s. a. a) kendinden sonraki halife ve imamı tanıtması gerektiğini söylemiştik. Bu iddianın ispatı için iki tümel delile istinat edeceğiz.
İmametin ilahi bir makam olduğu ve Allah tarafından tayin edilmesi gerektiği ispat ettikten sonra, imamın tayini için Allah tarafından gelecek olan mesajı alarak halka ilan edecek şahsın ancak Peygamber olacağı oldukça açıktır.
Gerçekte Peygamber’in (s. a. a) yaptığı iş Allah’ın imam olarak seçtiği şahsı halka tanıtmaktır ve bu ilahi bir emir olduğu için Peygamber’in (s. a. a) bile bu emre itaatsizlik etmesi mümkün değildir.
Biz Peygamber’in (s. a. a)
gaybî ilme sahip olduğuna ve vefatından sonraki olaylara vakıf olduğuna inanıyoruz. Bu olaylar karşısında Peygamber’in (s. a. a) yapacağı en önemli iş, kendinden sonraki halifeyi açık bir şekilde tanıtmasıydı.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Peygamber’in (s. a. a) gaybî ilme sahip olduğunun delili nedir? Gaybî ilim, sadece Allah’a mahsus değil midir?
Peygamber’in (s. a. a) gaybî ilme sahip olduğunu anlamak için aşağıdaki hususlara dikkat etmek gerekir:
Birinci delil: Yüce Allah’ın şöyle buyurduğu doğrudur: “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. ”
Ama başka bir ayette de şöyle buyurmuştur: “Gaybı bilendir O. Gaybı konusunda hiç kimseyi muttali kılmaz; ancak bildirmeyi dilediği peygamber bunun dışındadır... ”
Bu iki ayet bir araya getirildiğinde anlaşılan şu ki yüce Allah haklarında razı oldukları hariç; hiç kimseyi gaybî ilminden haberdar etmiyor. Ve yüce Allah’ın haklarında razı olduğu kimselerin en açık misali büyük İslam Peygamberi’dir (s. a. a).
İkinci delil: Peygamber’in (s. a. a) gaybî ilme sahip olduğuna tanıklık eden birçok hadisler vardır Biz bunlardan bazılarına işaret ediyoruz:
Peygamber’den (s. a. a) çeşitli senetlerle nakledilen hadislerde hazret şöyle buyurmuştur: “Benim ümmetim yetmiş üç
fırkaya bölünecektir. Yetmiş iki fırka ateşte, bir fırka
cennette olacaktır. ’’
Ümmetin arasındaki bu ayrılık ve bölünmenin sebebinin imamet meselesi olduğu oldukça açıktır.
Buhari, Sahih’inde,
Ebu Vail’den ve o da Peygamber’den (s. a. a) nakletmiştir ki hazret, şöyle buyurmuştur: “Ben
Kevser havuzunun başında sizleri göreceğim. Sizlerden bir gurubu benim yanımdan geçirecekler... (ateşe doğru sürükleyecekler) “Allah’ım, bunlar benim ashabımdır” diyeceğim. Yüce Allah cevapta buyuracak: Ama bunların senden sonra ne yaptıklarını bilmiyorsun! ”
Bu manada Ehli Sünnet’in hadis kitaplarında,
sihah,
sünen ve
müsnetlerde olmak üzere, birçok hadis nakledilmiştir.
Harezmi “Menakıp’’da
Ebu Ya’la’dan ve o da Peygamber’den (s. a. a) şöyle naklediyor: “Benden hemen sonra ümmetimin arasında bir fitne ortaya çıkacaktır. Siz o zaman Ali b. Ebu Talip’in yanında olun; çünkü o hak ile batılı birbirinden ayırandır. ’’
İbni Asakir sahih bir senetle
İbni Abbas’t an şöyle naklediyor: “Ben, Peygamber (s. a. a) ve Ali (a. s) Medine sokaklarından geçiyorduk ki Medine bağlarına ulaştık. Bu sırada Ali (a. s) buyurdu: Ey Allah’ın Resulü ne kadar güzel bir bağ! Peygamber buyurdu: Senin cennetteki bağın bundan da güzel. Sonra hazret Ali’nin (a. s) baş ve sakallarını göstererek ağlamaya başladı... Ali (a. s): “Sizi ağlatan şey nedir?’’ diye sordu. Peygamber (s. a. a) şöyle buyurdu: Beni ağlatan bu kavmin sana karşı olan kinleridir; onlar bu kinlerini benim vefatımdan önce açığa vurmayacaklardır.
Peygamber’in (s. a. a) hizmetkarlarından biri olan
Ebu Muhaybe şöyle anlatıyor: “Peygamber beni uykudan uyandırarak buyurdu ki: “Bana ’
Baki Ehli’ne bağışlanma talebinde bulunmam emredilmiştir. Sen de benimle gel. ” O diyor ki: Peygamberle birlikte Baki’ye gittik. Peygamber (s. a. a): “Baki Ehli’’ne selam verdikten sonra buyurdu ki: “Eriştiğiniz bu durum size kutlu olsun! Fitneler karanlık akşam parçaları gibi yakındır... ” Ravi şöyle devam ediyor: Bu arada Peygamber (s. a. a) Baki ehli için bağışlanma talebinde bulundu ve Medine’ye geri döndü. O andan itibaren Peygamber’in (s. a. a) hastalığı başladı ve aynı hastalıkla dünyadan göç ettiler. ’’
Zikredilen yukarıdaki ayet ve hadisler, Peygamber’in (s. a. a) gaybi ilme sahip olduğunu gösteriyor. Şimdi şu soruyla karşılaşıyoruz ki, Peygamber ümmeti arasında çıkacak olan bu ayrılıklara vakıf olduğu halde, hiçbir tedbir düşünmemiş mi; bir girişimde bulunmamış mı? Yoksa Ehlibeyt Mektebinde yeterli delil ve karinelere istinat ederek açıklandığı üzere Peygamber (s. a. a) , Allah’ın emriyle kendinden sonraki imamları açıkça belirleyerek hakka boyun eğmek isteyenlere takıp etmeleri gereken yolu açıkça belirlemiş midir? Bizce gerçekleri kendi isteğine uydurmak çabasında olmayıp onları olduğu gibi araştırabilen bir insan, Peygamber’in (s. a. a) bu husustaki açık beyan ve emirlerini görmekte pek zorluk çekmez.
[Düzenle]
[Düzenle]
Ehlibeyt (a.s) Mesajı Dergisi «Teşeyyü’ün Anlamı ve Ortaya Çıkışı?» makalesinden alıntı.