Ahiret inancı

Makaleyi PDF formatında kaydet



Ahiret inancı (Arapça: مَعاد), insanın hayatında cevaplamaya çalıştığı, üç temel sorudan biri olan, genel anlamda varlık âleminin ve özel anlamda biz insanların sonunun ne olacağı ve nereye varacağı sorusuna verilen bir cevaptır.

İçindekiler

1 - İNSANIN ARADIĞI ÜÇ SORU
2 - ÖLÜM:EBEDİ ÂLEME GİRİŞ
3 - KUR'ANI KERİM VE ÖLÜM
       3.1 - ENFUS NEDİR?
       3.2 - MEVT KAVRAMI
       3.3 - TEVEFFA NE DEMEK?
4 - EHLİ BEYT'İN (A. S) NEZDİNDE ÖLÜMÜN HAKİKATİ
       4.1 - MÜMİN VE KAFİR’İN CAN VERMESİ
5 - ÖLÜMDEN KORKMANIN NEDENLERİ
       5.1 - ÖLÜMÜ, YOKLUK VE HER ŞEYİN FANİ OLUP SON BULMASI OLARAK GÖRMEK
       5.2 - ÖLÜMÜN HAKİKATİNİ BİLMEMEK
       5.3 - DÜNYA HAYATINA DÜŞKÜNLÜK VE AHİRETİN UNUTULMASI
       5.4 - AMEL DOSYASININ GÜNAHLARLA DOLU OLMASI
6 - İNSANLIK ÂLEMİ VE AHİRET İNANCI
       6.1 - MECUSİLİK DİNİNDE AHİRET İNANCI
       6.2 - YAHUDİLİK DİNİNDE AHİRET İNANCI
       6.3 - HIRİSTİYANLIK DİNİNDE AHİRET İNANCI
       6.4 - İSLAM DİNİNDE AHİRET İNANCI
              6.4.1 - PEYGAMBERLER ARACILIĞIYLA AHRETİ ANMA
              6.4.2 - HZ. MUSA (a. s) VE FİRAVUN ÖRNEĞİ
              6.4.3 - ALLAH’IN HZ. İSA’YA (a. s) HİTABI
              6.4.4 - ALLAH'IN İNSANLARA HİTABI
7 - KUR'AN VE MEADI İNKÂR EDEN MATERYALİSTLER
       7.1 - KUR'ANI KERİM'İN MATERYALİSTLERE CEVABI
8 - MEADIN İMKÂNINI İSPATLAYAN DELİLLER
       8.1 - İLK YARATILIŞ
              8.1.1 - RİVAYETLERDE YASİN SURESİ 77. AYET
       8.2 - TABİATIN ÖLDÜKTEN SONRA TEKRAR DİRİLMESİ
              8.2.1 - KUR’ANI KERİM’DEN ÖRNEKLER
                     8.2.1.1 - BİR İTİRAZ
                     8.2.1.2 - İTİRAZIN CEVABI
                     8.2.1.3 - MEAD, YENİ HAYATIN BAŞLANGICI
       8.3 - İNSANIN YARATILIŞ SÜRECİ
              8.3.1 - KUR’ANI KERİM’DEN ÖRNEKLER
       8.4 - İLAHİ KUDRETİN SONSUZLUĞU
              8.4.1 - MEAD, HİKMETİ VE KUDRETİ GEREKTİRİR
              8.4.2 - KUR’ANI KERİM’DEN ÖRNEKLER
              8.4.3 - GEÇMİŞ KAVİMLERDEN VE PEYGAMBERLERDEN ÖRNEKLER
       8.5 - MEADI GEREKTİREN AKLİ DELİLLER
              8.5.1 - ALLAH'IN ADALETİ
                     8.5.1.1 - EŞAİRE VE ADLİYE
                     8.5.1.2 - İNSAN VE CİN'İN MÜKELLEF KILINMASI
                     8.5.1.3 - HAK VE HUKUKLARIN ALINMASI
              8.5.2 - EVRENDEKİ GENEL HAREKET
                     8.5.2.1 - HAREKET VE İLLİYET İLİŞKİSİ
              8.5.3 - İLAHİ HİKMET
                     8.5.3.1 - KUR'ANI KERİM'İN BAKIŞ AÇISI
                     8.5.3.2 - YARATILIŞ, HEDEFİNE ULAŞACAKTIR
              8.5.4 - ALLAH TEALA'NIN VAADİ
9 - Dipnot
10 - Kaynakça

İNSANIN ARADIĞI ÜÇ SORU

[Düzenle]

Bilindiği üzere, doğuştan insanda bulunan bilinçlenme içgüdüsü, insan zihninde aşağıda açıklayacağımız, üç temel soru oluşturmaktadır. Bu sorular, insan aklını kendine meşgul eden en temel sorulardır. Hiçbir insan, bu sorulara bir cevap bulmadıkça rahat edemez; kendini mutlu hissedemez. Dolayısıyla istisnasız her insanın, bu sorulara müspet veya menfi yönde mutlaka bir cevabı olmuş ve olmaktadır. Bu üç soru şunlardır:
1- Genel olarak varlık âleminin ve özel olarak insanın menşei nedir, varlığı nereden kaynaklanmıştır?
2- İnsan ve varlık âleminin mevcudiyetinde bir hedef söz konusu mudur? İnsanın şimdiki yaşamında riayet etmesi gereken belli bir yaşam biçimi var mıdır?
3- Varlık âleminin, özellikle de insanın nihayeti nereye varacak? Acaba insan, ölmekle yok olup gidiyor mu? Yoksa ölüm, yok oluş olmayıp; aksine, farklı bir şekilde olsa bile, ölümden sonra yaşam bir şekilde devam etmekte midir?
İnsanın, cihanın bir yaratıcısı olup olmadığını araştırması, birinci soruya cevap bulmak içindir. İlahi elçilerin olup olmadığına dair yapılan incelemeler de ikinci soruya bir cevap bulmak için yapılan incelemelerdir. Ölümün, hayatın son bulması olmadığı, insanın ölmekle yeni bir hayata giriş yaptığı ve belli bir günde dünyada yaptığından dolayı hesaba çekileceğini ifade eden mead konusundan bahsetmek ise, üçüncü soruyu cevaplamak doğrultusunda yapılan bir araştırmadır.

ÖLÜM: EBEDİ ÂLEME GİRİŞ

[Düzenle]

Ölüm, bazıları için dehşet verici ve korkunç bir olaydır. Ama bütün ilâhi dinlerde olduğu gibi, İslami dünya görüşünde de ölüm, farklı bir şekilde değerlendirilmektedir.
İslam açısından ölüm, ebedi olan bir âleme geçiş kapısı ve köprüsü olup, aslında ikinci bir doğum demektir. Bu kapı ve köprüden herkes geçecektir. Ancak bu geçiş, bazıları için üzücü ve acı olabileceği gibi, kendileri ile bu önemli yolculuk için yeterli azık götürenlere sevindirici ve çok tatlı bir yaşantının başlangıcı olacaktır.
Kur'anı Kerim, Hz. Resulullah (s. a. a) ve Ehli Beyt İmamları (a. s) bu konu üzerinde fazlasıyla durmuş ve farklı tabirlerle herkes için geçerli olan bu önemli ve kesin geleceğin hakikatini açıklamışlardır.

KUR'ANI KERİM VE ÖLÜM

[Düzenle]

Kur'anı Kerim şöyle buyuruyor: "Her nefis ölümü tadıcıdır. Yaptıklarınızın karşılığı, ancak kıyamet günü eksiksizce ödenecektir…"
[1] Âl-i İmran, 185.

Bu ayette ölümün tüm canlı varlıklar için geçerli kesin bir kural olduğundan bahsedilmektedir.
Kur'an-ı Kerim'in ayetleri, ölümün inanlar için verilmiş bir söz, inanmayan ve dalalete sapanlar için ise, bir tehdit niteliğini taşıdığını vurgulamaktadır.
Allah Teala'nın: "Yaptıklarınızın karşılığını kıyamet gününde alacaksınız" buyruğu, dünyanın amel yeri olduğuna, ahiretin ise, amel yeri olmayıp [[|hesap]] yeri olduğuna işaret etmektedir.
Nitekim Hz. İmam Ali (a. s) da şöyle buyurmuştur: "Bu gün amel günüdür, hesap günü değil; yarın ise hesap günüdür, amel günü değil. "
[2] Nehc-ül Belağa, Hutbe, 42.

Birçokları, ölümü yok oluş ve her şeyin son bulması zannettiklerinden, ölümden korkarlar. Oysa Kur'an-ı Kerim, ölümün yok olup gitmek olmadığını ve yalnızca madde ötesi olan ruhun maddi bedenle olan irtibatının kesilmesi olduğunu beyan etmiştir.
Bu anlam, ölümün beyanında kullanılan -teveffa- kelimesinden anlaşılmaktadır. Bu kelime, Arapçada bir kimsenin hakkının tamamını alması anlamında kullanılır.
[3] Mecme-ul Beyan, c. 8, s. 645

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Allah, nefisleri, ölümü anında, henüz ölmemişlerin de uyudukları sırada (ruhlarını) alır. Böylece ölümüne hükmettiklerini (kıyamete kadar) alıkoyar. Diğerlerini (uykudakileri) , mukadder bir müddete (ecellerinin sonuna) kadar salıverir. Şüphe yok ki; bunda, düşünen bir kavim için alâmetler vardır. "
[4] Zümer, 42.    

Allah Teala, ölüm olayının kolayca kavranması için, bu ayet-i kerimede uyku misalini zikretmekle, uykuda olanların ruhlarının bedenleri ile ilişkilerinin azalmasının ölüme bir misal teşkil ettiğini vurgulamıştır.

← ENFUS NEDİR?


Ayette geçen –enfus- kelimesinden maksat insanların bedenlerine ait olan ruhlardır. Yani; ölüm halinde ruhun bedenle alakası kesilir ve artık ruhun beden üzerinde herhangi bir idare ve tasarrufu kalmıyor.

← MEVT KAVRAMI


Ayette geçen -mevtiha- kelimesinden maksat, bedenlerin ölümüdür. Kur'anı Kerim, uyku halinde alınan ruhlarla, ölüm anında bir daha bedene dönmemek üzere alınan ruhlar arasında fark gözetip, iki kısma ayırarak, ölüm fermanı gelmeyenlerin ruhlarının belli bir müddete kadar yaşamak için tekrar bedenlerine döndürüldüğünü belirtmiştir.
Bu ayet-i kerime, insanları uyuduktan sonra tekrar uyanmak üzerinde tefekkür ederek, bu günlük hadiseden bile ibret almaya davet etmektedir. Bilmeliyiz ki, her şeyin tedbir ve idaresi Allah'ın elindedir. Bir gün herkes nihayet onun tarafına dönüp hesaba çekilecektir.
Bu ayet-i kerimeden, insan ruhu ile bedeni arasında yakın bir bağlantı olmasıyla birlikte, ruhun müstakil bir varlık olduğu da anlaşılmaktadır. Çünkü ruh uyku halinde, özellikle de rüya halinde, bedenden ayrılıp müstakil yaşayabilmektedir.

← TEVEFFA NE DEMEK?


Ayrıca, bu ayet-i kerimede ölüm ve uykunun her ikisi de "teveffi" olarak zikrediliyor. Bu ise, ruhun alınmasıdır. Aralarındaki önemli fark şudur ki; ölüm, ruhun bir daha bedene dönmemek üzere alınması, uyku ise, ruhun alınıp tekrar bedene dönebilmesidir.
Hz. İmam Cafer Sadık (a. s) şöyle buyurmuştur: "Uyku halinde olan her şahsın ruhu gök âlemine yükselir, ama can bedende kalır. O halde ruh ile can arasında, güneş ile ışını arasında olan bağlantıya benzer bir bağlantı vardır. Eğer Allah Teala, ruhun alınması için izin verirse, can da ruha döner, ama eğer ruhun alınmasına izin vermezse, ruh cana doğru döner. İşte Allah Teala'nın "Ruhları ölüm anında alır…" buyruğunun anlamı budur. "
[5] Tefsir-i Numune, c. 19, s. 478

Demek ki, ruh bedene oranla üç özelliğe sahiptir:
1- Tam irtibat, (uyanık halinde)
2- Yarım irtibat, (uyku halinde)
3- İrtibatın tamamıyla kesilmesi (ölüm halinde).

EHLİ BEYT'İN (A. S) NEZDİNDE ÖLÜMÜN HAKİKATİ

[Düzenle]

Hz. İmam Muhammed Bakır’dan (a. s) ölüm hakkında sorulduğunda, Hazret şöyle buyurdular: "Ölüm, size her gece gelen uyku demektir. Sadece değişen şey, ölümün uzun müddetli olmasıdır. Ölen şahıs ancak kıyamet günü ölüm uykusundan kalkacaktır. Uykuda iken sevindirici ve korkutucu şeyler görenin hali nasılsa, ölenin durumu da öyledir. O halde kendinizi kesin geleceğe hazırlayınız. "
[6] Mizan-ül Hikmet, c. 9, s. 235.
[7] İlm-ül Yakin, c. 2 s. 1045

Yine İmam Zeynelabidin’e (a. s): "Ölüm nedir?" diye sorulduğunda, cevaben şöyle buyurdular: "Ölüm, mümin için kirli ve üzeri haşere dolu elbiseyi çıkarmak, ağır zincirlerden kurtulmak ve en kıymetli elbiselere, güzel kokulara, en iyi cennet bineklerine ve evlerine ulaşmak demektir. Kâfir için ise ölüm, kıymetli elbiseyi çıkarmak, çok sevdiği evlerden ayrılmak, kirli ve eziyet verici elbiselere bürünmek, dehşet verici büyük azaba yakalanmaktır. "
[8] Me'an-ül Ahbar, s. 289.
[9] İlm-ül Yakin, c. 2 s. 1045

Hz. İmam Sadık’a (a. s): "Bize ölümü anlatın denince, İmam (a. s) şöyle buyurur: "Ölüm, mümin için en güzel bir kokuyu koklamak gibidir, onun kokusunun güzelliğinden uykuya dalar. Ölüm ondan her türlü yorgunluk ve acıyı giderir. Kâfir için ise, yılanın veya akrebin sokması gibi ve belki daha şiddetlidir. "
[10] Bihar-ül Envar, c. 6, s. 152

Bu arada Hazret'e: "Bazıları; "Ölüm testere ile kesilmekten, makasla doğranmaktan, taşlarla vurulmaktan ve iğneyi göz içerisinde döndürmekten daha şiddetli olduğunu söylüyorlar" dendi.
Bunun üzerine, İmam (a. s) şöyle devam eder: "Bazı kâfirler ve fasıklar için ölüm böyledir. Onlardan bu acıları çekenlerin durumunu görmüyor musunuz? İşte o acılar bundan ve dünya azabından daha ağırdır. "

← MÜMİN VE KAFİR’İN CAN VERMESİ


Bu esnada İmam'a: "Öyleyse, niçin bazı kâfirlerin ruhlarının kolaylıkla alındığını görüyoruz? Onlardan bazıları konuşur, şaka yapar ve güle güle can verir, buna karşılık müminler içerisinde bazılarının ölümü bu kolaylıkla olurken, bazı mümin ve kâfirler ise, ölüm anında bu zorlukları görüyorlar" dendi.
İmam (a. s) bu soruya da şu cevabı verdi: "Ölüm esnasında müminin karşılaştığı kolaylık, mükâfatının bilfiil acilen başlamasından; karşılaştığı zorluk ise, onun günahlarını temizleyerek, ahirete temiz olarak gelmesi ve hiçbir engelle karşılaşmadan ilâhi mükâfata liyakat kazanması içindir.
Kâfirlerin ölüm esnasında gördüğü kolaylık ise, dünyada iken iyiliklerinin karşılığını görüp, ahirete yalnızca azabı gerektiren sebeplerle girmeleri için iken; ölüm anında karşılaştığı zorluklar ise, iyiliklerinin mükâfatı bittiğinden dolayı Allah'ın cezasının başlamasındandır. İşte durum budur. Allah adildir, kimseye zulmetmez. "
[11] İlm-ül Yakin, c. 2, s. 1055.
[12] Bihar-ül Envar, c. 6 s. 152

Hz. İmam Musa Kazım (a. s) , üzerine ölüm ağırlığının çöküp de kimseye cevap veremez durumda olan bir hastayı ziyaret eder. Bu arada orada bulununlar: "Ey Resulullah'ın oğlu! Arkadaşımızın durumunun nasıl olduğunu ve ölümün ne olduğunu bilmek isterdik" derler.
Bunun üzerine, İmam (a. s) şöyle buyurur: "Ölüm temizleyicidir. Müminleri günahlarından temizler. Ölüm, müminin çektiği en son acı ve üzerinde kalan en son günahlarının kefaretidir. Ölüm, kâfirler için de arındırıcıdır. Ancak onları iyiliklerinden arındırır. Dolayısıyla kolay ölüm, kâfir için tadacağı en son lezzet, en son nimet ve en son rahmettir. Kolay ölüm kâfirlere iyilikleri karşısında verilen en son mükâfattır. Bu arkadaşınıza gelince, o günahlarından arındı, suçlarından temizlendi ve bir elbisenin yıkanıp kirlerden temizlendiği gibi, tertemiz olup, ebedi evimizde biz Ehli Beyt (a. s) ile beraber olmaya hak kazandı. "
[13] İlm-ül Yakin, c. 2, s. 1056


ÖLÜMDEN KORKMANIN NEDENLERİ

[Düzenle]

İnsanlar, genel anlamda ölümden korkarlar ve bunun altında yatan dört ana esas vardır.

← ÖLÜMÜ, YOKLUK VE HER ŞEYİN FANİ OLUP SON BULMASI OLARAK GÖRMEK


Bazı insanlar ölüme yokluk ve her şeyin fani olup son bulması olarak bakmaktadırlar. Materyalist düşünceye sahip olan bu tip insanlar, elbette ki ölümden korkacaklardır. Zira onlara göre ölüm, hayat dâhil, onların candan bağlandıkları her şeylerini bir anda yokluk âlemine götüren korkunç bir hadisedir. O halde böyle insanların ölümden korkmaları tabiidir.
Buna karşılık, insanların yoğun çoğunluğu, ölüme yok olup gitme değil, daha üstün, daha mükemmel bir hayata geçiş gözüyle bakmaktadırlar. İman ehli olan bu gruba göre, ölüm yokluk ve her şeyin son bulması değildir ve insan ölmekle fani olup gitmez.
İnsan, nasıl ölmekle yok olup gider? Oysa Allah Teala, yaratılış itibariyle insanın kalbinde ebedilik aşkı ve sevgisi koymuştur. İnsanın içinde bulunan beka ve ebediliğe olan aşk ve istek, insanın yokluk ve fena için yaratılmadığının en açık delildir. O halde ölüm, insanın fani olan dünya hayatından ebedi bir hayat olan, ahiret hayatına geçişinden başka bir şey değildir.
Hz. Resulullah’ın (s. a. a): "Sizler fena (yokluk) için değil, beka (ebedilik) için yaratılmışsınız ve ölümle sadece bir evden öteki bir eve taşınıyorsunuz"
[14] Bihar-ül Envar, c. 6, s. 249
buyruğu bunu en güzel şekilde ifade etmektedir.
Hz. Ali (a. s) da bu hakikate işaretle şöyle buyurmuştur: "Fani dünyasını güzelleştiren, ahiretini ise unutana şaşarım! Ölüm, fani dünyadan ayrılmak, temizlenmek ve güzellik evine göç etmektir. "
[15] Bihar-ül Envar, c. 6, s. 136

Hz. İmam Hüseyin’in (a. s) Aşura günü ashabına hitaben yaptığı konuşmada geçen: "Ey büyük insanların oğulları! Sabırlı olunuz. Ölüm, sadece sizleri dünya zorluklarından ve kederlerinden, ebedi nimetler ve cennet bağlarının tarafına geçişinizi sağlayan bir köprüdür. Öyleyse, sizden herhangi biriniz hapisten kurtulup saraya girmekten rahatsız olabilir mi?! Ama ölüm, düşmanlarınız (Yezidiler) için saraydan, zindan ve azap tarafına intikal etmektir. Babam, Allah Resulü'nün (s. a. a) şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Dünya mümine zindan, kâfire cennettir. Ölüm, müminler için cennet bağlarına, kâfirler için ise cehenneme geçiş köprüsüdür"
[16] Me'an-ül Ahbar, s. 289
buyruğu işte bu inancın ürünüdür. Böyle bir inanca sahip olan kimse, ölümden korkmak bir yana; ölüme, kurtuluş ve saadete erme kapısı olarak bakar.
Hatta Hz. Ali’nin (a. s) tabiriyle "Eğer Allah'ın onlara yazmış olduğu ecel olmasaydı, onların ilâhi mükâfata olan aşk ve ilâhi cezadan olan korkularından, bir an bile ruhları bedenlerinde istikrar bulmazdı. Onların gözlerinde yaratan ululanmış ve O'ndan gayrı her şey küçülmüştür. "
[17] Nehc-ül Belağa, Muttakin hutbesi.


← ÖLÜMÜN HAKİKATİNİ BİLMEMEK


İnsanın ölümün hakikatini bilmemesi, onun ölümden korkmasına yol açan etkenlerden bir diğeridir. Bu etken özellikle de ölümün hakikatini iyice bilmeyen iman ehli olan kimselerde söz konusudur.
İmam Ali Naki (a. s) ashabından hasta olan birinin ziyaretine gider. İmam hastanın ölüm korkusundan ağladığını ve perişan bir vaziyette olduğunu görünce, ona şöyle buyurur: "Ey Allah'ın kulu! Sen ölümden korkuyorsun. Çünkü ölümün ne olduğunu (hakikatini) bilmiyorsun.
Söyle bakalım; eğer bedenin temiz olmaz, bedenindeki kirlilik ve pislik seni rahatsız eder, vücudunu yara ve uyuz sarar ve bu arada banyoya gitmekle bedenindeki bu pisliklerin hepsinin yok olup gideceği bilincinde olursan, bu durumda banyoya giderek vücudundaki pisliklerin temizlenmesini mi, yoksa bu işi sevmeyip, öyle kalmayı mı istersin?!
Hasta: "Ey Peygamberin oğlu! Banyoya gidip temizlenmeyi tercih ederim" cevabını verir.
Bunun üzerine, İmam: "Öyleyse; bilmelisin ki, ölüm de temizliktir. Kendini pisliklerden ve günahlardan arındırmak için ölüm son fırsattır. Eğer ölümle karşılaşır ve o kapıdan geçersen, muhakkak her türlü hüzün, keder ve pislikten kurtulup, her türlü neşe ve sevince kavuşarak saadete ulaşacaksın" buyurur.
Bu arada İmam’ın (a. s) bu hikmetli sözlerinden sonra o hasta rahatlığa kavuşur. Hüzün ve kederi sevince dönüşür ve gözlerini yumarak ölüme teslim olur.
[18] Me'an-ül Ahbar, s. 290.
[19] İlm-ül Yakin c. 2 s. 1057

Hz. İmam Muhammed Bakır’a (a. s): "Neden şu Müslümanlar ölümden nefret edip korkuyorlar?" dendi.
İmam (a. s) cevaben şöyle buyurdu: "Onlar, onun hakikatini bilmediklerinden ondan nefret ediyorlar. Eğer onlar, onun hakikatini iyice bilselerdi ve doğrudan Allah'ın dostlarından olsalardı, onu sever ve ahiretin onlar için dünya hayatından daha hayırlı olduğunu anlarlardı. "
Sonra İmam yanlarında bulunan bir hastaya: "Ey Allah'ın kulu! Acaba çocuk ve deli bir insan, niçin ona sıhhati getirip, bedenindeki acıları gideren ilacı kullanmaktan nefret ediyor?" dedi.
Hasta: "Onlar ilacın faydasını bilmediklerinden ondan korkuyorlar" dedi.
Bunun üzerine, İmam (a. s) şöyle buyurdu: "Muhammed'i (s. a. a) hak olarak peygamber kılan Allah'a yemin ederim ki, kim doğru olarak ölüme hazırlanırsa, ölümün hastayı tedavi etmek için kullanılan ilaçtan daha faydalı olduğunu anlar.
Eğer onlar, ölümün onlara getireceği nimetleri bilselerdi, sabırlı ve akıllı bir insanın hastalığı giderip sıhhati kazandıran ilacı istemesinden daha fazla ölümü isterlerdi. "
[20] İlm-ül Yakin, c. 2, s. 1057


← DÜNYA HAYATINA DÜŞKÜNLÜK VE AHİRETİN UNUTULMASI


İnsanın ölümden korkmasına yol açan üçüncü sebep, onun dünya hayatına karşı aşka varacak şekilde olan aşırı düşkünlüğüdür. Zira hiçbir kimse maşukundan ayrılmayı sevmez ve onu maşukundan ayıracak şeylerden de korkup nefret eder.
İmam Cafer Sadık (a. s) şöyle buyuruyor: "Adamın biri, Resulullah’ın (s. a. a) huzuruna gelerek şöyle dedi: "Ey Resulullah, ben neden ölümden korkuyorum?"
Allah Resulü, o şahsa: "Mali durumun iyi midir?" diye sordular.
O: "Ey Resulullah! Evet, mali durumum yerindedir" dedi.
Allah Peygamberi: "Ahiretini kazanmak için bir şey gönderebildin mi?" dedi.
O şahıs: "Hayır" dedi.
Hz. Resulullah: "İşte bundan dolayı ölümü sevmiyorsun" buyurdular. "
Sonra da Hz. İmam Cafer Sadık (a. s): "İnsanın kalbi mal varlığı iledir, eğer onu kendisinden öne gönderirse, ona kavuşmayı ve malıyla baş başa kalmayı ister" buyurdular. "
[21] Numune Tefsiri, c. 18, s. 152


← AMEL DOSYASININ GÜNAHLARLA DOLU OLMASI


İnsanın ölümden korkmasına sebep olan bir etken de amel dosyasının günahlarla dolu olmasıdır. Böyle bir insan, ölümü yokluk olarak görmese bile, ölümden korkar. Çünkü öldüğü takdirde yaptığı çirkinliklerden dolayı kendisini acı bir akıbetin beklediğini görmektedir. Böyle bir insanın durumu hapishaneden çıkarıldığında idam edileceğini bilen mahkûmun durumuna benzer ki, elbette böyle bir mahkûm, hapishaneden çıkmayı istemez. Çünkü çıkarıldığı takdirde, darağacına götürüleceğini bilmektedir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "De ki: "Ey Yahudiler! Eğer gerçekten diğer insanlar değil de kendinizi Allah'ın dostları sanıyorsanız ve sözünüzde samimi iseniz, haydi ölümü isteyiniz! Hâlbuki onlar önceden yaptıkları şeyler yüzünden ölümü asla istemezler. Şüphesiz Allah zalimleri iyi bilir. "
[22] Cuma, 6-7.    

Bu ayet-i kerimede Allah Teala Resulü'ne, Yahudilere, iddia ettikleri şekilde, Allah'ın dostlarının yalnızca kendileri olduğu inancında iseler, ölümü isteyerek Allah'ın likasını arzulamaları gerektiğini bildirmesini buyuruyor. Çünkü Allah'ın velisi ve dostu Rabbine kavuşmayı temenni etmelidir. Sizler de kendinizin kesin olarak Allah'ın dostları olduğunuza inanıyorsanız, o halde sizinle Allah'ın cenneti arasındaki engel sadece ölümdür ve ölümü arzu etmeniz lazımdır. Çünkü engelin ortadan kalkmasıyla Allah'a ve O'nun sonsuz nimetlerine kavuşacaksınız!
Sonra Allah Teala, onların işledikleri günahlardan dolayı asla ölümü arzu etmeyeceklerini buyurarak, onların gerçekte zalim olduklarını ve zalim olan kimsenin hiçbir zaman Allah'a kavuşmayı sevmeyeceğini belirterek, bu hakikate işaret etmiştir.
[23] el-Mizan Tefsiri, c. 19, s. 455

Adamın biri, İmam Hasan’a (a. s): "Bizler neden ölümü sevmiyoruz ve ondan çekiniyoruz?" diye sorduğunda, İmam (a. s) şu cevabı vermişlerdir:
"Sizler ahiretinizi viran ettiniz, dünyanızı ise süslediniz, dolayısıyla süslediğiniz yerden harabeye gitmeyi istemiyorsunuz. "
[24] Bihar-ül Envar, c. 6, s. 129

Netice olarak; ölümden korkmanın esas nedenleri, ölümü yok oluş bilmek, ölümün hakikati konusunda yeterli ve doğru bilgi sahibi olmamak, amel dosyasının sevaplardan boş olup günahlarla dolu olması ve aşırı dünya sevgisidir. Tabiidir ki, bu duyguları yenmek ve Allah'ın huzuruna günahsız olarak varmak, ancak gerçek bir tövbe, kuvvetli bir iman ve imanın gereğini yerine getirmekle gerçekleşebilir.

İNSANLIK ÂLEMİ VE AHİRET İNANCI

[Düzenle]

Ahirete inanmak, bütün ilâhi dinlerin temelini oluşturmaktadır. Bir dinden ahiret inancının alınması, o dinin temelden çöküp yok olmasına eşittir. Çünkü bütün ilâhi dinler, mebde (yaratıcı) ve mead (öldükten sonra tekrar dirilip kıyamet gününde yaptığının karşılığını bulmak) inancı üzerine kurulmuştur.
Nübüvvet ve imamet inancı ise, aslında bu iki ilkeyi tebliğ edip gereğinin uygulanmasını sağlamak içindir. Bütün ilâhi peygamberler, insanoğluna; varlık âleminin, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan bir yaratıcısı olduğu, bu evrenin beyhude ve boş yere yaratılmadığı, bu birkaç günlük dünya hayatının ötesinde ahiret denen ebedi bir yurdun bulunduğu, dünyanın ise sadece bu ebedi yaşam için azık toplama yeri olduğu, insanın da burada elde ettiği iyi veya kötü kazancıyla bu geçici duraktan o kalıcı yurda göçeceği ve peygamber olarak kendilerinin, insana bu seyirde yardımcı olmak üzere evrenin yaratıcısı tarafından gönderildikleri mesajını vermişlerdir.
Sonra; ilâhi dinlerin içeriği, mead inancının dinin temel ilkelerinden biri olmasını gerektirir. Çünkü bütün ilâhi dinler, insanoğlunu kemale ulaştırmak gayesiyle gönderilmiş ve bu doğrultuda birtakım ilkeler ortaya koymuş, birtakım kanunlara uyulmayı şart koşmuşlardır.
Açıktır ki, hiçbir kanun sisteminin ve uygulanması gereken hiçbir ilkenin icra garantisi olmaksızın başarıya ulaşması mümkün değildir. İnsanın zahiri yaşantısını kontrol etmeyi amaçlayan beşerî kanun sistemlerinde dahi bu gerçek göz ardı edilmemiş ve icra garantisi olarak, denetim ve yargı sistemi kurulmuştur.
Ancak din, insanın hem zahir hem de batınını kontrol etmek ve belli bir düzene sokmak peşindedir. Dolayısıyla onun kontrol sistemi insanın her iki boyutuna yönelik olmalıdır. İşte mead inancı, başlı başına varlık âleminin gerçek olan bir diğer boyutunu ifade etmekle birlikte, aynı zamanda dinin kontrol mekanizmasıdır. Bu inanca sahip olan insan ne açıktan ne de gizli olarak, hiçbir şekilde dinin ortaya koyduğu kanun ve ilkeleri çiğnemeye kalkmaz; hatta böyle bir şeyi fikrinden bile geçirmez. Çünkü o, iç ve dışının her halükârda hatası olmayan, güçlü bir makam tarafından kontrol altında olduğunu ve bir gün ister açık ister gizli olsun, bütün yaptıklarından dolayı hesaba çekilip, hak ettiği karşılığı alacağını çok iyi bilmektedir.
Bu nedenledir ki, bütün semavi dinlerin temelini, mebde/yaratıcı/ ve mead/ahiret/ inancına çağrı oluşturmaktadır. Her ne kadar İslam dini dışındaki ilâhi dinler, zaman süreci içerisinde tahriften masun kalamamışlardır. Ama yine de ahiret inancı korunmuş ve hatta bu dinlerin bugünkü bozulmuş hallerinde bile, onların temel inançlarının başında olagelmeye devam etmiştir.
Bu yüzden biz, kitabımızın bu bölümünde, her şeyden önce semavi dinlerin en önemlileri olan Mecusilik, Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerindeki mead inancına kısaca bir işarette bulunduktan sonra,
Kur'anı Kerim'in ortaya koyduğu mead öğretisine değinmenin, aziz okurların genel bir fikir edinmeleri açısından, daha yararlı olacağı kanaatindeyiz.

← MECUSİLİK DİNİNDE AHİRET İNANCI


Semavi dinlerin en eskilerinden olan Mecusilik dininde ahiret inancı, o dinin en temel inanç ilkelerinden biridir.
Mecusilik dininin peygamberi olan Zerdüşt, kendine tabi olanlara şöyle talim ederdi: "Bu cihanın ömrü sona erdiğinde genel kıyamet günü olacak. O günde iyileri ve kötüleri sayacaklar. İyileri ve kötüleri imtihan etmek için ateş ve kızgın demirlerle dolu bir dere olacak, kötüler ateş ve kızgın demirlerle dolu olan o dereye atılacak, onlar ebedi olarak orada azap göreceklerdir. "
[25] İlahiyat, Cafer Sübhani, s. 447’den naklen.
[26] Tarih-i Camii Edyan s. 310

Yine Zerdüşt Peygamber şöyle derdi: "Ölümden az sonra her ruhun muhakemesi başlar ve akıbeti belirlenir. Ancak kıyamet günü olduğunda ister iyi ister kötü bütün insanlar, iyileri kötülerden ayıran köprünün üzerinden geçeceklerdir. Bu köprü cehennemin üzerinde kurulmuş ve cennetin kapısına varmaktadır. Bu köprü üzerinde her ruhun yaptıkları ameller okunacak ve bütün amelleri tartılacaktır. Eğer kulun iyilikleri kötülüklerinden fazla olursa, o, köprü üzerinden kolaylıkla geçip cennete varacaktır. Ama eğer, kötülükleri ağır gelirse, onu cehennemin derin kuyusuna atacaklardır.
İyiler o köprü üzerinden selametle geçecekler; kötüler için ise, cehennem kuyusuna düşmekten başka bir çare yoktur. "
[27] İlahiyat, Cafer Sübhani, s. 447’den naklen.
[28] Tarih-i Camii Edyan s. 310

Görüldüğü üzere, mead inancı Mecusilik dininin temel inançlarından biridir. Mecusilik dini üzerinde inceleme yapan hiçbir bilgin, mead inancının, Mecusilik dininin temel inançlarından biri olduğundan şüphe etmemiştir.
Hatta dinler üzerinde araştırma yapan bazı materyalist düşünceli bilginler, Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin, mead inancını Mecusilik dininden aldığını ileri sürmüşlerdir.
Ancak bu, çok yanlış bir düşünce tarzıdır. Zira semavi dinlerin temelde birbirleriyle ortak yönlerinin bulunması, onlardan sonra geleninin, o ilkeyi öncekinden aldığını ispatlamaz. Çünkü bütün ilâhi dinlerinin temel konularda ortak olmaları semavi din olmalarının gerektirdiği bir zorunluluktur.
Gerçekte bu tip bilginler, ilâhi dinlerin de herhangi bir felsefi düşünce gibi, beşerin kendi ürettiği bir düşünce olduğu önyargısına sahip olduklarından böyle varsayımları öne sürmekteler. Oysa ilâhi dinler, beşerî düşüncenin mahsulü olmayıp, ilâhi vahye dayalıdır, ilâhi vahiyden kaynaklanmaktadır. Bütün ilâhi dinler, öğretilerini Cenab-ı Hak'tan alırlar. Varlık âleminin gerçeklerini ifade eden temel öğretiler değişmeyeceğine göre, elbette ki, onlar temel öğretilerinde ortak olacaklardır. Onları birbirlerinden ayıran, temel ilkeler dışında kalan şeriat farklılıklarıdır.

← YAHUDİLİK DİNİNDE AHİRET İNANCI


Her ne kadar Yahudilik dininin temelini oluşturan Eski Ahit diye adlandırılan Tevrat kitabında açıkça kıyamet gününden bahsedilmemişse de onda da mead ve kıyamet günü inancına işaret eden cümleler mevcuttur. Biz örnek olarak onlardan birkaçına işaret ediyoruz:
"Allah'ın gazap edeceği günde ne gümüş ne de altın onları (insanları) kurtaramayacaktır. Çünkü o gün yeryüzünün tamamı Allah'ın gayret ateşiyle yanacaktır ve O, pek yakında bütün yeryüzü sakinlerini sona erdirecektir. "
[29] İlk Semuol, 2. Bölüm, 6. cümle

"Senin ölülerin diriltilecektir, bizim ölülerimiz de kalkacaklardır. Ey toprakta sükûnet eden kimseler! Uyanın ve hareket edin. Zira ki, senin de şebnemin, bitkilerin şebnemi gibidir ve yakında yerküre ölüleri dışarı atacaktır. "
[30] Esfiya Nebi'nin Kitabı, 1. Bölüm, 18. cümle

"Senin ölülerin bedenlerin kalkacağı günde diriltilecektir. Öyleyse, ey toprak sakinleri! Uyanın ve hareket edin. "
[31] Eşiya, 26. Bölüm, 19. cümle

İşte bu cümleler, kıyamet gününün olacağına ve o günde ölülerin tekrar diriltileceğine işaret etmekteler. Elbette Yahudilik dininin zaman süreci içerisinde pek çok tahriflere maruz kaldığına göre, onun temel inanç esaslarının da bu tahriflerden uzak kalamayacağı kesindir. Dolayısıyla Yahudilik dininde bu konuda az açıklama bulunmasını doğal karşılamak gerekir.

← HIRİSTİYANLIK DİNİNDE AHİRET İNANCI


Her ne kadar Hıristiyanlık dini de, kendinden önceki ilâhi dinler gibi, tahriflerden kurtulamayarak asaletini kaybetmiştir. Hatta ilâhi vahyi içeren İncil'in aslı kaybolmuş ve sonradan, Hz. İsa'nın öğrencilerinden olan yahut Hz. İsa'nın talebelerinin talebeleri olan kişiler, İncil ismini verdikleri birtakım kitaplar yazmışlar ve nihayet Hıristiyanlık âlemi, dört İncil üzerinde ittifak etmişse de Mead inancının tahrife uğramış bu dinde bile, belirgin bir şekilde işlenmiş olduğunu görmekteyiz. Şimdi isterseniz bu İncil'lerin ahiretle ilgili bazı açıklamalarını görelim:
"Yakında İnsanoğlu, (Hz. İsa) babasının (Allah'ın)
[32] Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın (a. s) babası olmadığından Cenab-ı Hakk'ı Hz. İsa'nın babası olarak anarlar.
azametinde melekleriyle gelecek, işte o gün herkes ameline göre cezalandırılacaktır. "
[33] Matta İncili, 16. Bölüm, 27. cümle

"İşte âlem sona erdiğinde böyle olacaktır. Melekler çıkıp, kötüleri iyilerin arasından seçerek ateş fırınlarına atacaklardır. İşte orada ağlamaktan ve korkudan dişlerin birbirine değmesinden başka bir şey olmayacaktır. "
[34] Matta İncili, 13. Bölüm, 49 ve 50. cümleler

"Eğer ayağın seni saptırırsa, onu kes. Zira sakat olarak hayata girmen, iki ayağın olup da sönmeyen ateşe atılmandan senin için daha hayırlıdır. Çünkü onların/cehennemlerin/ böcekleri ölmez ve ateşi de sönmez. Eğer gözün seni saptırırsa, onu çıkar. Zira tek gözlü olarak Allah'ın melekûtuna girmen, iki gözün olup da cehennem ateşine atılmandan senin için daha hayırlıdır. Çünkü onların böcekleri ölmez ve ateşi de sönmez. "
[35] Markos İncili, 9. Bölüm, 42. cümleden 49. cümleye kadar

"İşte bu, beni gönderen Pederin iradesidir. Kim, bana bir şey verirse, ben onun hiçbir şeyini zayi etmeyeceğim ve onu kıyamet günü ortaya çıkaracağım. Çünkü bu, beni gönderenin iradesidir ki, kim oğlu görür ve ona iman getirirse, ebedi hayat onun olacaktır ve ben onu kıyamet günü ortaya koyacağım. "
[36] Yuhanna İncili, 6. Bölüm, 39 ve 40. cümleler

Görüldüğü üzere, tahrif edilmiş şekliyle de olsa, kıyamet günü inancı, Hıristiyanlıkta daha açık bir şekilde ortaya konmuştur. Bizim bu örnekleri zikretmekten maksadımız, bütün ilâhi dinlerde mead inancının temel ilke olduğunu göstermektir. Yoksa bu dinlerdeki mead inancını ele alıp derinlemesine incelemek istemiyoruz.

← İSLAM DİNİNDE AHİRET İNANCI


İlahi dinlerin sonuncusu ve tamamlayıcısı olan İslam dininde hiçbir şeye mead ve kıyamete inanmak meselesi kadar önem verilmemiştir. Hemen hemen Kur'an-ı Kerim'in her sayfasında bir veya birkaç ayet doğrudan veya dolaylı olarak kıyamet gününe değinmiştir. Yaklaşık altı bin küsur ayetten oluşan Kur'an-ı Kerim'in, iki bine yakın ayeti doğrudan veya dolaylı olarak mead konusu ile ilgilidir.
Kur'anı Kerim çeşitli açılardan ahiret meselesini ele alıyor. Bir kısım ayetlerinde mead konusunun akıl açısından mümkün olduğunu vurguluyor, bir kısım ayetlerinde onu zorunlu kılan delilleri zikrediyor, diğer bir kısım ayetlerinde ahireti inkâr edenlerin herhangi bir burhan ve delile dayanmaksızın sırf kendi heva ve heveslerine meydan bulmak gayesiyle onu inkâr ettiklerinden söz ediyor ve bilahare bir kısım ayetlerinde de mead inancının bütün ilâhi dinlerin temel inanç esası olduğunu ortaya koyuyor.
Yine Kur'anı Kerim, birçok ayetinde kıyamet gününün vuku bulacağından şüphe etmenin imkânsız olduğunu bildiriyor ve: "Kıyamet vakti gelecektir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Ve muhakkak Allah, kabirdekileri diriltecektir"
[37] Hac, 7.    
buyuruyor.

←← PEYGAMBERLER ARACILIĞIYLA AHRETİ ANMA


Yine Kur'anı Kerim, yeryüzünün ilk insanı ve aynı zamanda Allah Teala'nın ilk peygamberi olan Hz. Adem'i, yasaklanan ağaçtan yemesi sonucu dünya hayatına gönderirken, ona olan ilk hitabında; insanların dünya sürecinde yaptıklarından dolayı ahirette hesaba çekileceğini ona bildirdiğini açıklıyor.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Hepiniz oradan inin! " dedik. Tarafımdan size bir yol gösteren gelecektir. Kim, benim yo‌luma uyarsa, ona ne korku vardır ne de üzülecektir. İnkâr eden kimseler ve ayetlerimizi yalanlayanlar ise, onlar cehennemlik olanlardır, onlar orada temelli kalacaklardır. "
[38] Bakara, 38;Bakara, 39.    

Yine Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de bütün Âdemoğullarına şöyle hitap ediyor: "Ey İnsanoğulları! Size aranızdan ayetlerimizi okuyan peygamberler geldiğinde, kim, onların bildirdiklerine karşı gelmekten sakınır ve gidişini düzeltirse, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar ise, işte onlar cehen‌nemliklerdir, orada temelli kalacaklardır. "
Yine Kur'an-ı Kerim, ilâhi elçilerin şeyhi unvanını alan Hz. Nuh’un (a. s) ümmetine olan en önemli mesajının, Allah Teala'nın onları bitki gibi topraktan yeşerttiği, sonra tekrar ona döndüreceği, sonra da ondan çıkararak hesaba çekeceği olduğunu bildirir.
Kur'anı Kerim Hz. Nuh'un kavmine şöyle seslendiğini haber veriyor: "Ve Allah sizi topraktan ot (bitirir) gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine ona iade edecek ve bir daha oradan çıkaracaktır. "
[40] Nuh, 17;Nuh, 18.    

Kur'an-ı Kerim, tevhit kahramanı Hz. İbrahim’in (a. s) kavmine hitaben: "Siz Allah'ı bırakıp sadece birtakım putlara tapıyor, aslı ol‌mayan sözler uyduruyorsunuz. Doğrusu, Allah'tan başka taptıklarınız size rızık vermezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin. O'na şükredin ki, sonunda O'na döndürüleceksiniz" buyurduğunu bildiriyor.
Yine Kur'anı Kerim, Hz. İbrahim'in Kâbe'yi inşa ettiği sırada Mekke şehri sakinleri için: "…Rabbim! Burasını emin bir şehir kıl, halkından, Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır" şeklinde dua ettiğini, Allah Teala'nın da: "İnkâr edeni de az bir müddet geçindirir, sonra da onu cehennem ateşine sürüklerim, ne kötü varılacak yerdir orası! " cevabını verdiğini bildirir.

←← HZ. MUSA (a. s) VE FİRAVUN ÖRNEĞİ


Yine Kur'an-ı Kerim, Hak Teala'nın Hz. Musa'yı peygamberlikle görevlendirirken ona: "Ey Musa! Ben risaletimle ve sözlerimle seni insanların başına seçtim; sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol. Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalarda yazdık. (Ve dedik ki); onlara sıkıca sarıl, milletine onun en güzelini almalarını emret. Yakında size Allah'a karşı gelenlerin yurdunu göstereceğim. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, ayetlerimden yüz çevirtece‌ğim. Onlar bütün ayetleri görseler, yine de inanmazlar; doğru yolu görseler, yol olarak benimsemezler; azgınlık yolunu görseler, hemen onu yol edinirler. Bu, onların mucizelerimizi yalan saymaları ve onlardan gafil olmalarından ileri gelir. Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalan sayan kimselerin işleri boşa gitmiş‌tir. Onlar işlediklerinin karşılığından başka bir şeyle mi cezalanırlar?"
[43] Araf, 144;Araf, 145.    
[44] Araf, 146.    
[45] Araf, 147.    
buyurduğunu ve Hz. Musa'nın hakka davet etmesine karşılık, Firavun‘un : "Beni bırakın da Musa'yı öldüreyim, o, Rabbine yalvara dursun. Ben onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde bozgunluk çıkaracağından korkuyorum" dediğini ve buna karşılık olarak da Hz. Musa'nın ona: "Doğrusu ben, hesap görülecek güne inanmayan her böbürlenenden, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım"
[46] Mümin, 26;Mümin, 27.    
buyurduğunu haber verir.
Bu arada Kur'anı Kerim, Hz. Musa ile Firavun arasında geçen bu tartışma esnasında Firavun'un ailesinden bir kişinin Hz. Musa'ya gizlice iman ettiğinden söz ediyor ve onun kavmine nasihat ederken: "Ey milletim! Bana uyun, sizi doğru yola eriştireyim. Ey milletim! Şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir, ama ahiret, doğrusu işte o, asıl kalınacak yurttur. Kim bir kötülük işlerse ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim de inanarak salih amelde bulunursa, işte onlar cennete girerler; orada hesapsız şekilde rızıklanırlar. Ey milletim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz ise beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni Allah'ı inkâr etmeye, bilmediğim bir şeyi O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz; ben ise sizi, güçlü olan, çok bağışlayan Allah'a çağırıyorum. Gerçek şu ki, beni kendisine çağırdığınızın, bu dünyada da ahirette de davete değer bir yanı yoktur. Hepimizin dönüşü Allah'adır. (İşte o zaman) , aşırı gidenler ateşlikler olacaklardır. Yakında size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Doğrusu Allah, kulları çok iyi görür"
[47] Mümin, 38;Mümin, 39.    
; Mümin 40, Mümin, 41; dediğinden bahsediyor.

←← ALLAH’IN HZ. İSA’YA (a. s) HİTABI


Yine Cenab-ı Hakk'ın, Hz. İsa’ya (a. s): "Ey İsa! Ben seni eceline yetireceğim, seni kendime yükselteceğim, inkâr edenlerden seni tertemiz ayıracağım; sana uyanları, kıyamet gü‌nüne kadar, inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz bana olacaktır. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim. İnkâr edenleri de dünya ve ahirette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiç yardımcıları olmayacaktır. İnanıp salih amellerde bulunanların ecirleri ise tastamam verilecektir. Allah zalimleri sevmez"
[51] Âl-i İmran, 55.
[52] Âl-i İmran, 56.
[53] Âl-i İmran, 57.
buyurduğunu haber veriyor.
Velhasıl Kur'anı Kerim, bütün ilâhi peygamberlerin davetlerinin, mebde ve mead olmak üzere iki temel üzere kurulduğunu beyan buyurmaktadır.
Sonra Kur'anı Kerim, bizzat kendi davetini de bu iki ilke üzerine temellendirerek, mead konusuna bütün ilâhi kitaplardan daha fazla ehemmiyet veriyor. Şimdi Kur'anı Kerim'in kendi muhataplarına mead konusunda verdiği mesajlardan bazı örnekler verelim.

←← ALLAH'IN İNSANLARA HİTABI


Allah Teala şöyle buyuruyor: "Biz, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları hak olarak yarattık. Kıyamet günü mutlaka gelecektir. O halde (şimdilik onlara) yumuşak ve iyi davran. "
[54] Hicr, 85.    

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Rabbinizden sakının; doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı müthiş bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür, insanları da sarhoş bir halde görürsün; oysa onlar sarhoş değildirler, fakat Allah'ın azabı çok dehşetlidir. "
[55] Hac, 1;Hac, 2.    

Yine Cenab-ı Hak Kur'anı Kerim'de şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun ve kayırmanın olmayacağı günün gelme‌sinden önce, size verdiğimiz rızktan hayır yolda harcayın. İnkâr edenler var ya! İşte onlar zalim kimselerdir. "
Bu ayetler, Kur'anı Kerim'in mead konusuna değindiği onlarca ayetlerden sadece birkaçıdır. Bütün bu ayetler İslam dininin mead konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
Ancak ilâhi elçilerin meadın gerçekleşeceği hususundaki bu ısrarlarına karşılık, genellikle müstekbirlerden oluşan materyalist düşünceli bir grup, meadın gerçekleşmesinin bilim açısından imkânsız olduğunu ileri sürerek, böyle bir iddianın ortaya atılmasının, ya çıkar amaçlı bir iftira olduğunu, ya da bu iddiada bulunan kimsenin aklını yitiren deli bir kimse olduğunu ortaya atmışlardır.
Kur'anı Kerim onların bu iddialarına değinerek, ilk yaratılış, tabiatın öldükten sonra tekrar dirilmesi, insanın yaratılış süreci ve bilahare ilâhi kudretin sonsuzluğu ilkesine dayanarak, meadın gerçekleşmesinin mümkün olduğunu ispatlamıştır. Şimdi meadı inkâr eden materyalist düşünceli insanların görüşlerine ve Kur'an-ı Kerim'in onlara verdiği cevaplara kısaca bir göz atalım.

KUR'AN VE MEADI İNKÂR EDEN MATERYALİSTLER

[Düzenle]

Yukarıda bir grup materyalist düşünceli insanların meadı inkâr ettiklerini söylemiştik.
Kur'an-ı Kerim, onların: "Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir, biz bir daha dirilecek değiliz"
[57] Enam, 29.    
veya: "Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak za‌manın geçişi yokluğa sürükler" dediklerini hatırlattıktan sonra, onların hiçbir ilmi kanıta dayanmadan böyle bir iddiada bulunduklarına işaret ederek; "Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece böyle sanırlar" buyurur.
Sonra Kur'an-ı Kerim, onların meadın gerçekleşeceğini ortaya koyan ilâhi peygamberler hakkında olan: "İnkâr edenler, (kendi aralarında) derler ki: "Size, çürüyüp paramparça olduktan sonra yeniden dirileceğinizi haber veren bir adam gösterelim mi? Allah'a karşı yalan mı uyduruyor, yoksa kendisinde delilik mi vardır?"
[60] Sebe, 7.    
şeklindeki düşüncelerine işaret ettikten sonra, cevap olarak hemen: "Hayır; (aslında) ahirete inanmayanlar, azapta ve derin bir sapıklık içindedirler"
[61] Sebe, 8.    
buyurarak, ilâhi elçilerin onların bu isnatlarından müberra olduklarını ve asıl onların kendilerinin derin bir sapıklık içinde olduklarını vurguluyor.
Demek ki, materyalist düşünceli bu tip insanlara göre, ilâhi elçiler, ya çıkar peşinde olan iftiracı kimselerdir, ya da aklını yitirmiş delilerdir.
Peki; onlar, peygamberler hakkında niçin böyle düşünüyorlar? Niçin peygamberlerin deli olduğu kanısına varıyorlar? Onlara göre, peygamberler hakkında böyle düşünmelerinin sebebi, onların kendilerince, akıl almaz çok uzak bir ihtimal gördükleri, belki de imkânsız saydıkları bir şeyi, peygamberlerin gerçek gibi göstermeye çalışmalarıdır.
Kur'anı Kerim, onların bu düşüncelerini şöyle naklediyor: "Sizi, öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra tekrar dirilmenizle mi tehdit ediyor? Oysa tehdit edildiğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak! Hayat ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; bir daha diriltilecek değiliz. Bu, sadece Allah'a karşı yalan uyduranın biridir. Biz ona inanmayız. "
[62] Mü’minun, 35;Mü’minun, 36.    

Peki, onlar mead konusunun akıl dışı uzak bir ihtimal ve belki de imkânsız olduğunu neye bağlıyorlar?
Kur'an-ı Kerim, onların mead konusunu ortaya koyan ilâhi elçilere güldüklerini ve çürüyüp toprağa karışan insan kemiklerinin tekrar diriltilmesini imkânsız görüp bu görüşlerine: "Biz kemik ve ufalanmış toprak olmuşken, yepyeni bir hilkatte mi diriltileceğiz?"
[65] İsra, 49.    
"…Şu çürümüş kemikleri kim canlandırabilir?…"
[66] Yasin, 78.    
şeklinde delil getirdiklerini bildiriyor.
O halde materyalist düşünceli bu tip insanların, meadı inkâr etmeye getirdikleri delilleri, sadece ölerek çürüyüp toz toprak olan insan bedeninin tekrar canlanmasının imkânsız olduğu iddialarıdır.

← KUR'ANI KERİM'İN MATERYALİSTLERE CEVABI


Önce de işaret ettiğimiz üzere, Kur'anı Kerim, meadın imkânsız olduğunu ileri sürerek, inkâr yolunu seçen materyalistlerin cevabında; ilk yaratılışa, tabiatın öldükten sonra tekrar dirilmesine, insanın yaratılış sürecine ve bilahare ilâhi kudretin sonsuzluğuna dikkat çekerek, onların zannının aksine meadın pekâlâ mümkün olduğunu ispatlamaktadır. Şimdi isterseniz Kur'an-ı Kerim'in, meadın mümkün olduğuna dair getirdiği delillere kısaca bir göz atalım.

MEADIN İMKÂNINI İSPATLAYAN DELİLLER

[Düzenle]

Makalenin bu bölümünde ise meadın yani ölümden sonraki hayatın var olduğunun delillerini sunup bu sayede ölüm sonrası hayatı reddeden materyalist düşünceye de bir cevap vermiş olacağız.

← İLK YARATILIŞ


Materyalistlerin meadı inkâr ederken delil olarak, çürüyüp toz toprak olan insan bedeninin tekrar dirilmesinin akıl almaz, çok uzak bir ihtimal ve hatta imkânsız olduğunu ileri sürdüklerini görmüştük.
Kur'an-ı Kerim, mantıksal bir ilkeyle onlara cevap veriyor. Şöyle ki, mantık açısından bir şeyin mümkün olmasının en sağlam delili, o şeyin vuku bulmasıdır.
Yine mantık açısından, birbirinin emsali olan şeyler, mümkün ve muhal olma bakımından aynı hükme tabidirler. Eğer bir şey mümkün olursa, onun misli olan şey de mümkün olur. Bir şey muhal olursa da onun misli olan şey de muhal olur.
Kur'anı Kerim bu ilkeye dayanarak, tekrar diriltme ile ilk diriltme olayının arasında bağlantı kurar. Kuşkusuz bu ikili birbirlerinin emsalidirler. Çünkü her ikisi de yaratış, her ikisi de icat etmedir. Hatta bir bakıma birincisi ikincisinden daha çetindir. Zira birincisi hiç olmayan bir şeyi var etme iken; ikincisi, var olup daha sonra başa bir şekil alan bir nesneyi tekrar ilk haline benzer bir hale getirmedir. Açıktır ki, birincisi ikincisinden daha çetin ve zor bir şeydir.
Kur'anı Kerim, meadı (tekrar diriltmeyi) inkâr eden materyalistlere şu cevabı veriyor: "Siz; "çürüyüp toz toprak olan kemikleri tekrar kim diriltecektir?" diyerek, meadın imkânsız olduğunu iddia ediyorsunuz. Oysa eğer tekrar diriltmek imkânsız olursa, ilk yaratılış olan, ilk diriltmenin de imkânsız olması gerekirdi. Zira bunların her ikisi de yaratılış olup birbirlerinin emsalidirler. Mümkün ve muhal olma açısından aynı hükme tabidirler. Hâlbuki ilk yaratılışın vuku bulduğunu görmektesiniz. O halde ikinci yaratılış da mümkündür ve onu inkâr etmek mantıksızlıktır.
Dolayısıyla Kur'anı Kerim, onların: "Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?"
[67] İsra, 51.    
sorusuna: "Sizi ilk (gül goncası gibi açıp) yaratan, "
[68] İsra, 51.    
cevabını verir. Yani eğer tekrar diriltmek imkânsız olsaydı, ilk yaratılış da imkânsız olurdu. Çünkü bunlar birbirlerinin esmalıdırlar. Oysa ilk yaratılışın gerçekleştiğini görüyoruz. O halde ikinci yaratılış da imkân dâhilindedir.
Yine, Allah Teala'nın: "İlk yaratış bize zor mu geldi ki (onlar, ikinci yaratılıştan şüphe ediyorlar). Doğrusu onlar, yeni yaratılış konusunda şaşkınlık içindedirler"
[69] Kaf, 15.    
ayeti de aynı istidlale işaret etmektedir.
Yine, Allah Teala'nın: "Ölümü aranızda takdir eden biziz; sizi ortadan kaldırıp benzerlerinizi yerinize getirmeyi, sizi de bilmediğiniz bir şekilde var etmeyi dilesek, kimse önümüze geçemez. Andolsun ki, siz ilk yaratılışı bildiniz, yine de düşünmez misiniz?"
[70] Vakıa, 60;Vakıa, 61.    
ayetleri de beşerin dikkatini aynı hususa çekiyor.
Keza; Allah Teala, meadı imkânsız görüp inkâr edenlerin deliline, Yasin Suresi'nde değinip, aynı metotla cevap vermiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "İnsan kendisini bir meniden yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da: "Çürümüş kemiklere kim hayat verecek?" diyerek, bize karşı misal getirmeye kalkışır. De ki: "Onları, ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilendir. "
[72] Yasin, 77;Yasin, 78.    
[73] Yasin, 79.    

Bu ayeti kerimede de Allah Teala, insana ilk yaratılışını hatırlatarak; insanın, ikinci yaratılışını da birinci yaratılışına kıyas etmesi gerektiğini ve birinci yaratılışının, ikinci yaratılışının da mümkün olduğunu gösterdiğini hatırlatmaktadır.

←← RİVAYETLERDE YASİN SURESİ 77. AYET


Hadis kitaplarında bu ayetin nüzul sebebi şöyle açıklanmıştır: "Müşrik olan bir Arap, çürümüş bir kemik parçasını yerden bulup: "İşte bununla Muhammed'le tartışıp, onun öldükten sonra tekrar dirilme haktır, sözünü çürüteceğim" dedi.
Sonra o Arap, Hz. Resulullah'ın yanına gelerek, elinde bulundurduğu o kemiği ufalayıp, Peygamberimizin huzurunda yere dökerek şöyle dedi: "Kim bu çürümüş kemiğin tozlarını tekrar toplayıp insan yapabilir?" İşte bu olaydan sonra yukarıda zikredilen ayet inerek müşriklerin cevabını verdi.
Sonra Allah Teala, insanların mantıklı düşündükleri takdirde, aslında ikinci yaratılışın daha kolay olduğu hükmüne varacaklarını hatırlatarak şöyle buyuruyor: "Yaratmayı başlatan da sonra onu tekrarlayan da O'dur. Bu (tekrar yaratma) , O'nun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce örnek O'nundur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir. "
[74] Rum, 27.    

Gerçekten de ikinci yaratmanın birinci yaratmadan daha kolay olması gerekir. Çünkü birinci yaratma, ortada bir madde ve örnek olmaksızın gerçekleşmiştir. İkinci yaratmada ise hem madde vardır hem de örnek mevcuttur. O halde ikinci yaratma daha kolaydır. Ancak inkârcılığına bahane arayan materyalist düşünceli insan bunu görmezlikten gelir.

← TABİATIN ÖLDÜKTEN SONRA TEKRAR DİRİLMESİ


Kur'an-ı Kerim, mead konusunu yadırgayanların dikkatini, her yıl gözleri önünde cereyan eden tabiatın öldükten sonra tekrar canlanması olayına çekerek, meadın mümkün olduğunu kanıtlıyor.
Gerçekten de her sene sonbahar ve kış mevsiminde yemyeşil olan tabiat cansız bir hal alıyor. Ama bahar gelip yağmurlar yağmaya başlayınca, kuruyup cansız olan bu tabiatın birden canlanıp yeşerdiğini görmekteyiz.
Acaba bu, ölerek cansız olan insanın ve diğer canlı varlıkların da ahiret baharında tekrar canlanabileceğine bir örnek teşkil etmez mi?
Çünkü cansız hale gelen bir varlığın tekrar canlanması mümkün olmasaydı, tabiatın da tekrar canlanmaması gerekirdi. Oysa her sene tabiatın öldükten sonra canlandığına şahit oluyoruz. O halde tabiatta bunu gördüğümüz halde, niçin insan ve diğer canlılar için aynı olayı mümkün görmüyoruz?
Akli ilkelerde istisna olamaz. Eğer canını yitiren bir şeyin tekrar canlanması imkân dışı ise, hiçbir şeyin canını yitirdikten sonra canlanmaması gerekir. Eğer bazı canlılarda bu oluyor ve mümkün ise, o halde her canlı için aynı kural geçerlidir ve her canlı için aynı şey mümkündür. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde insanın dikkatini bu hakikate çekmiştir.

←← KUR’ANI KERİM’DEN ÖRNEKLER


Allah Teala şöyle buyuruyor: "…Yeri de kupkuru sönük olarak görürsün; fakat biz ona su indirdiğimiz zaman kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı güzel bitkiler yeşertir. Bütün bunlar, Allah'ın hakkın (gerçeğin) ta kendisi olduğunun, ölüleri dirilttiğinin, gücünün her şeye yettiğinin, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğinin ve Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğinin delilidir. "
[75] Hac, 5;Hac, 6.    
[76] Hac, 7.    

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Rahmetinin (yağmurun) önünde, müjdeci olarak rüzgârları gönderen O'dur. Onlar (rüzgârlar) , yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete sevk ederiz, orada suyu indirir ve onunla her türlü üründen yetiştiririz; işte ölüleri de bunun gibi diriltip, çıkaracağız; belki bundan ibret alırsınız. "
[77] Araf, 57.    

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Gökten bereketli bir su indirdik, kullara rızk olmak üzere, onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, birbirine girmiş küme küme tomurcukları olan boylu hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yere can verdik. İşte hayata yeniden çıkış da böyledir. "
[78] Kaf, 9;Kaf, 10.    
[79] Kaf, 11.    

Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Rüzgârları gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz onu ölü bir beldeye sürüp de, onunla toprağı ölümünden sonra tekrar diriltiriz. Ölülerin yeniden diriltilmesi de işte böyle olacaktır. "
[80] Fatır, 9.    

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Ölüden diriyi, diriden de ölüyü O çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra O canlandırır. İşte siz de böyle diriltileceksiniz. "
[81] Rum, 19.    

Görüldüğü üzere, Allah Teala; tabiatın her yıl öldükten sonra tekrar dirilmesini, insanın mead konusu için bir örnek alması ve bundan insanın da öldükten sonra tekrar diriltilmesinin mümkün olduğunu çıkarması gerektiğini vurgulamaktadır.

←←← BİR İTİRAZ


Ancak burada bazıları şöyle bir itirazda bulunabilirler ki; yer kürenin öldükten sonra diriltilmesi mead ve ahiret yaşantısının mümkün olduğuna delil olamaz.
Zira sonbahar ve kış mevsiminde ne ağaçlar ne de yerde bulunan tohumlar gerçekten ölmüyorlar. Sonbahar ve kış mevsiminde olan, sadece ağaçların ve yerde bulunan tohumların bir süre için hayati faaliyetlerini tatil etmelerinden ibarettir.
Başka bir deyimle onlar, bir çeşit uyku dönemine girerler. Yoksa hayatlarını tamamıyla kaybetmiyorlar. Bahar gelip, onların hayati faaliyetlerini başlatmaları için ortam müsait olunca, onlar tekrar çalışmalarını başlatıyor ve biz onların öldükten sonra tekrar canlandığını sanıyoruz. Ama gerçek böyle değildir. O halde mead konusunu tabiatın canlanmasına kıyas etmek doğru değildir.

←←← İTİRAZIN CEVABI


İlk önce; insanın öldüğünde, yok olup gidecek şekilde hayatını tamamıyla kaybettiğine dair hiçbir ilmi kanıt yoktur. Aksine, bütün ilmi kanıtlar insan ruhunun öldükten sonra da hayatını sürdürdüğünü ispatlamaktadır. Zaten bizim inancımız da budur. Nitekim ölümün hakikati bölümünde Ehli Beyt İmamları'nın ölümü uzun süreli bir rüyaya benzettiklerini görmüştük. O halde insan, öldükten sonra ruhi hayatını devam ettirmektedir ve hayatını sürdürmekte olan insan ruhu, Allah Teala'nın dilediği bir zamanda tekrar bedensel yaşamına dönebilir. Bu durumda Allah Teala'nın mead konusunu uyku dönemine girmiş olan bitkilerin tekrar canlanmasına benzetmesi yerinde bir benzetmedir.
Sonra; ileride de açıklanacağı üzere, aslında insan ruhu hiçbir zaman bedenini yitirmemektedir. Dünya hayatındayken dünyadaki bedeniyle hayatını sürdürür. Öldüğünde de kıyamet gününe kadar berzah bedeniyle hayatını sürdürür. Kıyamet olunca da kıyamet bedeniyle hayatını sürdürecektir.
Bu üç beden birbirinden ayrı bedenler olmayıp, her biri, diğerinin özü ve devamıdır. Aralarındaki farklılık, sadece bir bedenin tekâmül sürecinden geçerek bulunduğu âleme layık durumu almasıdır.
Nasıl ki, bir insanın ilk dünyaya geldiği sıradaki bedeniyle ömrünün sonundaki bedeni, bir beden olmasıyla birlikte, bulunduğu döneme göre, tekâmül sürecinden geçip değişikliklere uğraması, onun ayniyetine bir halel getirmiyorsa, insan bedeninin dünya, berzah ve kıyamet sürecinde geçirdiği tekâmül kademeleri de onun ayniyetini bozmamaktadır.

←←← MEAD, YENİ HAYATIN BAŞLANGICI


Bu durumda mead, şimdi içinde bulunduğumuz dünya hayatına tekrar dönüş değildir. Aksine mead, dünya ve berzah hayatının sona erip, ahiret hayatının başlamasıdır. Yani mead hayatında, dünya hayatında olan her şey, berzah hayatını aşarak mead hayatına ulaşacaktır.
Bu, bir varlığın tekâmül süreçlerini kat etmesi demektir. Bir varlığın yok olduktan sonra tekrar var edilmesi değildir. Dolayısıyla meadı, bitkilerin uyku döneminden sonra tekrar canlanmalarıyla kıyas etmek yerinde bir kıyastır.
Bu durumda bitkilerin uyku dönemi, dünya varlıklarının berzah dönemi yerindedir. Nasıl ki; bitkiler, uyku dönemlerini aştıktan sonra, tekrar canlanma dönemlerine ulaşırlarsa, dünya varlıkları da, berzah dönemini aştıktan sonra, berzah hayatına göre daha canlılık sayılan mead hayatlarına ulaşıyorlar.
İşte bunun içindir ki, Allah Teala, asıl canlılığın ahiret hayatında olduğunu bildirerek; "Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Asıl hayat, ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilselerdi! " buyurmuştur.
İlaveten; Allah Teala, bu ayetlerde meadı bitkilerin tekrar canlanmasıyla kıyas etmiyor. Allah Teala meada, toprağın tekrar canlanmasını misal getiriyor.
Bilindiği üzere, toprak her türlü hayattan yoksun cansız bir varlıktır. Ama bahar gelip yağmur yağmaya başlayınca, bitki tohumları ve ağaçlar, Allah Teala'nın izniyle bu cansız varlığı canlı varlığa dönüştürür.
İşte Allah Teala bu misali zikretmekle bize, kıyamet günü gelince, berzah âleminde bulunan ruhlarımızın Allah Teala'nın izniyle bu cansız toprak haline dönüşmüş olan bedenlerimizi ahiret âlemine uygun canlı varlıklara dönüştüreceğini hatırlatmak istiyor. Dolayısıyla bu mukayese, yerinde bir mukayese olup, yapılan bu itiraz da mesnetsiz bir itirazdan başka bir şey değildir.
Nitekim Allah Teala'nın, yukarıda değindiğimiz, Rum Suresi'nin 19. ayetinde ölüden diri, diriden de ölü çıkardığından söz etmesi de, bu hakikate işaret etmektedir. Yani, bizim bedenimiz önceleri cansız bir varlıktı. Allah Teala'nın, zatı itibariyle hayat olan ruhu ona vermesiyle canlılık kazandı. Sonra; Allah Teala'nın ruhu bedenden almasıyla, beden tekrar cansız hale gelir ve kıyamet günü, ruhu tekrar ona döndürmesiyle o, yeniden ahiret yaşamına uygun bir canlılık kazanacaktır.

← İNSANIN YARATILIŞ SÜRECİ


Kur'an-ı Kerim, mead konusunda tereddüt edenlerin, yersiz olarak tereddüt ettiklerini ve meadın pekâlâ mümkün bir olay olduğunu göstermek için insanı, kendi yaratılış süreci üzerinde düşünmeye davet ediyor.
Şöyle ki, her gün gözümüz önünde cereyan eden, bir insan veya bir hayvan yavrusunun dünya hayatına ayak basmasına defalarca şahit olduğumuzdan bu olay, bizler için güncel ve önemsiz bir hadise halini almıştır. Oysa bir canlı yavrunun oluşup dünya hayatına ayak basması olayı, o kadar önemli ve ince bir konudur ki, onun sadece bilinen yönlerini anlatmaya kalkışmak, bilim adamlarının ciltlerce kitap yazmalarını gerektirir.
Küçük bir toprak zerresinden ibaret olan, gözle görülemez küçük bir canlı hücre, anne rahminde kendisi gibi olan başka bir canlı hücreyle birleşir. Sonra, tek hücreli olan bu canlı varlık, akıl almaz bir süratle aldığı cansız besinleri birkaç ay içerisinde milyarlarca canlı hücreler haline getirir. Sanki o karanlık yerde onlarca mühendis, teknisyen, kimyacı, fizikçi ve ressam çalışmaktadır. Nihayet, tek hücreli bu varlık, kısa bir süre içerisinde bütün mühendislerin, teknisyenlerin, fizikçilerin, kimyacıların ve ressamların akıllarını hayran bırakan bir varlık olarak belli bir günde karşımıza dikiliverir.
Acaba birkaç gram demir, fosfor, kalsiyum, karbon ve bir miktar su ile böyle akılları hayran bırakan bir varlığın oluşmasını sağlayan ve bunu yapmaya gücü yeten bir varlığın, canlı varlıkları öldükten sonra tekrar diriltmeye gücü yetmez mi?
İşte Kur'an-ı Kerim, bu nükte üzerine el koyarak, küçük bir su damlasını kâmil bir insan haline getiren yaratıcının, elbette ki, öldükten sonra bir varlığı tekrar diriltmeye gücünün yeteceğine dikkatleri çekiyor.

←← KUR’ANI KERİM’DEN ÖRNEKLER


Kur'an-ı Kerim, ölen canlı varlıkların kıyamet gününde tekrar diriltilmelerinin bundan ağır ve zor olan bir olay olmadığını vurguluyor ve biz insanlara hitaben: "Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar diriltilmekten şüphede iseniz bilin ki, ne oldu‌ğunuzu size açıklamak için, biz sizi topraktan, sonra meniden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da yapısı belli belirsiz bir parça etten yaratmışızdır. Dilediğimizi de belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi bebek olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en fena za‌manına ulaştırılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeri de kupkuru sönük olarak görürsün; fakat biz ona su indirdiğimiz zaman kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı güzel bitkiler yeşertir. Bütün bunlar, Allah'ın hakkın (gerçeğin) ta kendisi olduğunun, ölüleri dirilttiğinin, gücünün her şeye yettiğinin, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğinin ve Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğinin delilidir. "
[83] Hac, 5;Hac, 6.    
[84] Hac, 7.    
buyuruyor.
Evet, mead olayı, insanın ve diğer canlıların yaratılış sürecinde geçirdikleri evrimlerden daha ağır ve daha zor bir olay değildir. Buna kadir olan, elbette ki, ona da kadirdir. Ancak bunu görmek için, gözün kör olmaması ve bunu kavramak için de aklın selim olması gerekir.

← İLAHİ KUDRETİN SONSUZLUĞU


Kur'an-ı Kerim bazı ayetlerinde; meadı, "Ölüp toprak olduktan sonra mı (diriltileceğiz) ? Bu, (akla) çok uzak bir dönüştür"
[85] Kaf, 3.    
diyerek, mümkün görmeyen inkârcılara, Allah Teala'nın sonsuz kudretini hatırlatarak, bunun Allah'ın kudreti karşısında pekâlâ mümkün ve kolay bir iş olduğunu vurguluyor.
Şöyle ki; bazı şeyler, zatları itibarıyla muhal olan şeyler sınıfına girer. Zatı itibarıyla muhal olan şey elbette ki, gerçekleşemez. Zatı itibariyle muhal olan şeyin gerçekleşmemesi, kudret sahiplerinin onun karşısında aciz kaldığından olmayıp, böyle bir şeyin aslında kudret dışı kalmasındandır.
Başka bir deyişle; kudret, her zaman zatı itibarıyla mümkün olan şeye nispet verilir ve onun gerçekleşmesi için yeterli gücün olup olmadığı ölçülür. Zatı itibarıyla imkânsız olan şey ise, ilk baştan kudret dışı kabul edilip, onun gerçekleşmesinin imkânsız olduğuna hükmedilir. Bu, kudret sahiplerinin ona güçlerinin yetmediğinden veya güçlerinin azlığından değil, o şeyin zatı itibarıyla var olma imkân ve liyakati olmadığındandır.
Bazı şeyler de zatları itibarıyla mümkün şeyler sınıfına girdiği halde gerçekleşmiyor. Zatı itibarıyla mümkün olduğu halde bir şeyin gerçekleşmemesi; bazen, onun gerçekleşmesi için yeterli gücün olmamasından kaynaklanır. Bazen de hikmete aykırı olduğu için imkân dâhilinde olduğu halde, ilim ve hikmet sahibi bir fail onu gerçekleştirmez.
Örneğin; aya gitmek, zatı itibarıyla mümkün olduğu halde; beşer, eski zamanlarda aya gidecek güce sahip olmadığından bunu gerçekleştiremiyordu. Fakat bugün, bu güce sahip olduğundan bunu gerçekleştirmiş ve zatı itibarıyla mümkün olan aya gitmek, beşerin bilfiil gücü dâhiline girmiştir.
Zatı itibarıyla mümkün olup da mantık ve hikmete aykırı olduğundan yapılmayan bir işe de, insan eylemlerinden, aklıselim sahibi bir insanın kendi canına kıymamasını misal olarak zikredebiliriz. İnsanın kendi canına kıyması olayı, zatı itibarıyla mümkün olan bir eylemdir. Ancak, hiçbir aklıselim sahibi bunu yapmaz. Çünkü bu, mantık ve hikmete aykırıdır. Buna, tekvin âleminden de bir misal getirmek istersek; insanın gözünün elinin içinde veya ayaklarının altında yaratılmamasını, örnek olarak zikredebiliriz. Allah Teala'nın hilkatinde, böyle hikmet ve mantığa aykırı bir yaratık bulunmamaktadır. "O ki, yedi göğü birbiriyle ahenktar olarak yedi kat halinde yaratmıştır. Rahman'ın yaratmasında, hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak! Bir bozukluk bulabilecek misin? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak! Göz,/bir kusur bulamadan/ yorgun ve bitkin bir halde sana dönecektir. "
[86] Mülk, 3;Mülk, 4.    


←← MEAD, HİKMETİ VE KUDRETİ GEREKTİRİR


Mead olayına gelince; onun, zatı itibarıyla muhal olan olaylar sınıfına girmediğinde bir şüphe yoktur. Ancak şu var ki, zatı itibarıyla mümkün olan bu olayın gerçekleşmesi, onu gerçekleştirebilecek bir gücün varlığını ve hikmet ve mantığa aykırı olmamasını gerektirir. O halde sorun zatı itibarıyla mümkün olan mead olayını gerçekleştirebilecek bir gücün olup olmadığı ve mantık ve hikmete aykırı olup olmadığıdır.
Meadın hikmet ve mantığa aykırı olup olmadığı konusuna gelince; ileride ispatlayacağımız üzere, meadın tahakkuk bulması, hikmet ve mantığa aykırı olmadığı gibi, aslında hikmet ve mantık onun varlığını zorunlu kılmaktadır. O halde mantık ve hikmet açısından meadın olmasında bir sorun yoktur.
Gelelim, meadı gerçekleştirebilecek bir gücün olup olmadığına; inkârcılar, Allah Teala'nın kudreti hakkında yanlış düşünceye sahip olduklarından, Allah'ın kudretinin buna yetmeyeceğini sanarak, onu inkâr etmişlerdir. Buna karşılık Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'de kendi sonsuz kudretini ve bu kudretiyle yarattığı varlıkları örnek gösterip, mead olayının Allah Teala için göz kapayıp açmaktan bile kolay olduğunu hatırlatarak, onların ne kadar yanlış düşündüklerini ortaya koymuştur.

←← KUR’ANI KERİM’DEN ÖRNEKLER


Allah Teala şöyle buyuruyor: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendirmediler. Bütün yeryüzü, kıyamet günü O'nun avucundadır; gökler O'nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O, putperestlerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir"
Allah Teala bu ayet-i kerimede mead konusunu inkâr edenlerin gerçekte, Allah'ı iyi tanımadıklarından ve O'nun kudretini kendi kudretleriyle kıyas ettiklerinden, böyle bir şüpheye kapıldıklarını belirtiyor. Yoksa onlar Allah Teala'yı doğru tanısaydılar, asla böyle bir şüpheye kapılmaz ve meadın, Allah için pek kolay bir hadise olduğunu anlarlardı.
Daha sonra Allah Teala, konuya daha da açıklık getirerek, Allah'ın kudreti karşısında meadı inkâr edenlerin şüphelerinin yersiz olduğunu, yeri ve gökleri yaratanın kudretine nispet ölüleri tekrar diriltmenin pek kolay olduğunu ve bu azamete sahip yer ve gökleri yaratanın ölüleri de diriltmeye kadir olduğunu belirtmiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Gökleri, yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet; O, her şeye kadirdir. "
[88] Ahkaf, 33.    

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratan Allah onların benzerlerini de yaratmaya kadirdir?" Onlar için şüphe götürmeyen bir süre de tayin etmiştir. Ama zalimler, ancak inkârcılıkta direniyorlar. "
[89] İsra, 99.    

Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette ki kadirdir. O, her şeyi yaratandır; bilendir. "
[90] Yasin, 81.    

Allah Teala bu ayetlerinde, gökleri ve yeri yaratmaya kudreti yeten yaratıcının kudretinin, mead olayını da gerçekleştirmeye yeteceğinden şüphe etmenin yersiz olduğunu açıkça gözler önüne sermiştir. Zira sadece şimdiye kadar keşfedilen bölümü, milyonlarca ışık yılı genişliğinde olan bu sonsuz evreni, içindeki bütün bu azametli galaksileri ve akılları hayran bırakan çeşitli varlıklarıyla yaratan kudret için, ölüleri diriltmek; elbette ki, zor bir olay sayılamaz. Gerçekten de bu azametli fezayı sonsuz varlıklarıyla yaratarak kudretinin azametini sergileyen Allah Teala'ya, ölüleri tekrar diriltmek, hiç de zor olamaz.
İşte bunun içindir ki, Allah Teala, mead olayının kendisi için kolay olduğundan bahsederek şöyle buyurmuştur: "Bir çağrıcının yakın bir yerden çağıracağı güne kulak ver. O gün, çığlığı gerçekten duyarlar; işte o,/kabirden/ çıkış günüdür. Doğrusu, biz diriltiriz; biz öldürürüz, dönüş de ancak bizedir. O gün, yer yarılır onların üzerinden çabucak ayrılır; bu, bize göre kolay bir toplanmadır. "
[91] Kaf, 41;Kaf, 42.    
[92] Kaf, 43.    
[93] Kaf, 44.    

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İnkâr edenler, kesinlikle tekrar dirilmeyeceklerini ileri sürerler. De ki: "Hayır; Rabbime andolsun ki, şüphesiz diriltileceksiniz; sonra da yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah'a kolaydır. " Öyleyse; Allah'a, Peygamberi'ne ve indirdiğimiz nura,/Kur'an'a/ inanın; Allah iş‌lediklerinizden haberdardır. Toplanma günü için, sizi bir araya getirdiği zaman, işte o gün, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür; kim Allah'a inanmış ve salih amelde bulunmuşsa, Allah onun kötülüklerini örter; onu, içinde temelli ve sonsuz kalacağı, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar; büyük kurtuluş işte budur. "
[94] Tegabün, 7;Tegabün, 8.    

Bütün bu açıklamalardan sonra, meadın olabileceğinden şüphe edenlerin ne kadar büyük bir sapıklık içerisinde olduklarını kestirmeyi, siz aziz okurların takdirine bırakıyoruz.
Ayrıca; Kur'anı Kerim, mead olayının mümkün bir olay olduğunu kanıtlamak gayesiyle, geçmiş ümmetlere, bazı ölmüş insan veya hayvanları tekrar diriltmek suretiyle, ölen bir canlının diriltilmesini bizzat gösterdiğinden de bahsetmektedir.

←← GEÇMİŞ KAVİMLERDEN VE PEYGAMBERLERDEN ÖRNEKLER


Hz. İbrahim’in (a. s) öldürüp parça parça doğrayarak birbirine karıştırdığı kuşları Allah Teala'nın izniyle tekrar diriltmesi, Hz. Üzeyir Peygamber'in yüz sene ölü yattıktan ve merkebinin ölüp kemiklerinin çöle dağıldığından sonra tekrar dirilmesi, İsrailoğulları'ndan bir grubun, ölüm korkusuyla şehirlerini terk ettikten sonra, ölüp tekrar diriltilmeleri, yine İsrailoğulları'ndan bir kişinin, öldürülüp suçunun başkasının üzerine atıldığında, kendi katilini göstermek üzere tekrar diriltilmesi,
[99] Bakara, 72;Bakara, 73.    
yine İsrailoğulları'nın: "Allah'a, görmedikçe inanmayız" dediklerinde, onların kendilerinin ve onlardan temsilci olarak seçilen yetmiş kişinin, Allah Teala'nın azamet tecellisini gördüklerinde öldükten sonra diriltilmeleri,
[100] Bakara, 55;Bakara, 56.    
Mağara Ashabı'nın, bir çeşit ölüm olan, üç yüz sene boyunca uyuduktan sonra Allah'ın vaatlerinin hak olduğunu görmeleri üzere, tekrar uyandırılmaları
[102] Kehf, 10;Kehf, 11, Kehf, 12.    
ve bilahare, Hz. İsa'nın, halkın gözü önünde ölüleri diriltmesi ve çamurdan kuş şekli yapıp, ona üflediğinde onun kuş olup uçması
[103] Âl-i İmran, 49;Maide, 110.    
bu doğrultuda gösterilen örneklerdir.
Ancak bu olayları bizzat bizim kendimiz yaşamadığımız için; bunlar, bizler için sadece bir iman konusu olur. Yani, Kur'an-ı Kerim'e inanan kimseler olan bizler, elbette ki, Kur'an'ın bütün haberlerinin de doğru olduğuna inanmaktayız.
Fakat böyle bir iman sahibi olmayan kimseler için, Kur'an-ı Kerim'in bu haberleriyle delil getiremeyiz. Onlara, Kur'an-ı Kerim'in yukarıda zikrettiğimiz, akli istidlal yöntemiyle delil getirmemiz gerekir.
Buraya kadar zikrettiğimiz deliller, meadın aklen mümkün olup, Allah Teala'nın kudretine nispet kolay sayılan bir olay olduğunu ispatlamakla birlikte, bir taraftan bu delillerin ve meadın gerçekleşeceği vaadinin, Kur'an-ı Kerim'de yer alması, diğer taraftan da önceden Allah Teala'nın varlığına ilaveten, Kur'an-ı Kerim'in Allah Teala'nın kitabı olduğu, kesin akli delillerle ispatlandığı nazara alınınca; bu deliller, aynı zamanda meadın kesin olarak vaki olacağını da ispatlamış olurlar. Ancak buna rağmen, İslam uleması tarafından meadın kesin olarak vaki olacağını ispatlayan akli deliller de zikredilmiştir. Şimdi bu delilere kısaca bir göz atalım.

← MEADI GEREKTİREN AKLİ DELİLLER


Mead konusunda Kur’anı Kerim ve hadislerin dışında bazı akli deliller de mevcuttur. Şimdi bu hususlara değineceğiz.

←← ALLAH'IN ADALETİ


"Hüsn-ü Kubh-ü Akli İlkesi"ne göre, her akıl, ilim ve irade sahibi failin adalet gereğince hareket edip, zulmetmekten sakınmasını gerektirir. Çünkü akıl açısından adalet gereğince hareket etmek hasen (güzel) , zulmetmek ise, kabihtir. Akıl ise, her akıl, ilim ve irade sahibinin, hasen olanı yapması ve kabihten de çekinmesi gerektiğini emrediyor. Allah Teala da ilim, hikmet ve irade sahibi bir fail olduğundan, O'nun fiilleri de aynı hükme tabidir. Yani, insan aklı, bu ilke gereğince, Allah Teala'nın da bütün fiillerinde adil olup, asla zulüm etmediğine ve etmeyeceğine hükmetmektedir.

←←← EŞAİRE VE ADLİYE


"Hüsn-ü Kubh-ü Akli İlkesi"ni kabul etmeyen Ehli Sünnet'in Eş'arî grubu da Allah'ın, adalet gereğince hareket edip, asla zulmetmediğine ve zulmetmeyeceğine inanmaktadır. Aradaki fark, sadece bu inanışın dayanağı konusundadır. "Adliyye Grubu" olarak isim alan biz Ehli Beyt Mektebi izcileri (İmamiyye) ile Ehli Sünnet'in "Mutezile Grubu", bu inanışlarında öncelikle yukarıda işaret ettiğimiz, aklın hükmüne istinat ederken; onların bu konudaki dayanakları, ilâhi vahyin bu doğrultuda olmasıdır. Yani, onlar da bizim gibi Allah'ın adil olduğunu ve asla zulmetmeyeceğini kabul ediyorlar. Fakat onların buna delilleri, aklın hükmü değil, şeriatın hükmünün, adalete uymanın ve zulümden kaçınmanın gerekliliği doğrultusunda olmasıdır.
Demek ki, bütün Müslümanlar ve hatta bütün insanlık âlemi, Allah Teala'nın adil olduğunda ittifak etmişlerdir.

←←← İNSAN VE CİN'İN MÜKELLEF KILINMASI


Öte yandan, adalet sıfatına sahip olan Hak Teala'nın, yaratıklarından akıl ve hür irade sahibi olan biz insanları ve cinleri mükellef kıldığı ve birtakım yükümlülüklerden sorumlu tuttuğunu görmekteyiz.
Bu arada biz yükümlü yaratıkların içerisinde, Allah Teala'nın, yükümlü kıldığı vazifelere itaat edenler olduğu gibi, yükümlülüklerini yerine getirmeyip isyan edenlerin de olduğu şüphe götürmeyen bir gerçektir
Yine; hür irade sahibi olmanın bize sağladığı imkân sayesinde, bizlerin içerisinde, diğerlerinin hak ve hukukuna riayet edenlerin bulunduğu gibi, başkalarının hak ve hukukuna riayet etmeyerek, onların can, mal ve ırzlarına tecavüz edenler de bulunmaktadır.
Bu arada; yine insan aklı, her itaat edenin, itaat edilen üzerinde mükâfat ve ücret hakkını kazandığına da hükmetmektedir. Yaratıkların akıl sahibi hür iradeli bireyleri arasındaki ilişkilerde aklın bu hükmü kesin ve şüphe götürmeyen bir husustur. Yani yaratıklar arasında akıl ve hür irade sahibi bir fert, aynı özellikteki diğer bir ferdin emrine itaat ettiğinde; itaat edenin, itaat edilen üzerinde ücret ve mükâfat hakkı kazandığında bir şüphe yoktur.
Ancak ne var ki akıl, yaratıkların; canları, malları ve iradeleri de dâhil olmak üzere, her şeylerinin yaratana ait olması hasebiyle, yaratanın, kendisine itaat edenleri mükâfatlandırmasının, onun bir ihsan ve inayeti olduğunu ve yaratıkların, itaatlerinden dolayı yaratana karşı hiçbir hak kazanmadıklarını da kabul ediyor.
Çünkü yaratıkların neyi varsa yaratan tarafından kaynaklandığına göre, aslında yaratıkların itaatleri de yaratanın, onların varlıklarını ve varlıklarına ait bütün kemallerin idamesine müsaade edip onlara olan feyzini sürdürmesi demek olduğundan, Rablerinin onlara olan yeni bir inayeti, nimeti ve ihsanı sayılır. Hiçbir kimse de efendisinin kendisine verdiği ihsan ve nimetten dolayı ona karşı bir hak sahibi olamaz. Aksine, efendisinin onun üzerinde teşekkür hakkı doğar.
Fakat Cenab-ı Hak, itaatkâr kullarını mükâfatlandıracağını vaat etmiştir. Dolayısıyla bu mükâfatlandırma, Allah Teala'nın, yaratılış nimet ve ihsanından sonra, kullarına inayet edeceği ikinci bir nimet ve ihsanıdır.
İsyankâr kullara gelince; elbette ki onlar, Rablerinin onlara inayet ettiği nimeti kötüye kullandıklarından dolayı cezalandırılmayı hak ediyorlar. Ancak akıl, onları cezalandırma veya affetme hakkının, Allah Teala'ya ait olduğuna hükmetmektedir. Gerçi Allah Teala'dan beklenen, isyankâr kulları affedip bağışlamaktır. Bu O'nun yüce şanına daha layıktır.

←←← HAK VE HUKUKLARIN ALINMASI


Bireylerin birbirlerine karşı ihlal ettikleri hak ve hukuklara veya zayi edilen toplumsal hak ve hukuklara gelince; akıl, zayi edilen bu tür hak ve hukukların istifa edilme/alınma/ veya affedilme hakkının hak ve hukuk sahibi olan birey ve topluma ait olduğunu kabul etmektedir.
Aklın bu hükümleri ışığında, eğer yükümlü yaratıkların tamamı Allah'a karşı aynı düzeyde itaatkâr , ya da isyankâr olsalardı, akıl; itaatkâr kulların itaatleriyle Hak Teala üzerinde bir hak kazanmadıklarından dolayı, onların tamamının mükâfatlandırılmamasının adalet ilkesiyle çelişmediğine ve keza isyankârların tamamının affedilmesinin de bir sakıncası olmadığına hükmetmektedir
Ancak ne var ki, yükümlü kulların tamamı, aynı derecede itaatkâr olmadığı gibi, tamamı; aynı derecede isyankâr da değildir. İçlerinde, çeşitli düzeylerde itaatkârların bulunduğu gibi, çeşitli düzeylerde isyankârlar da vardır.
Durum böyle olunca; akıl, yaratılış düzeninden mükâfatlandırma ve cezalandırma sisteminin tamamıyla kaldırılıp, isyankârlarla itaatkârların aynı kategoride değerlendirmeye tabi tutulmasının ve hepsine aynı muamele yapılmasının adalet ilkesiyle bağdaşmadığına hükmediyor.
Çünkü akıl, itaatkârla isyankâra ve iyilik yapanla kötülük yapana eşit muamele yapılmasının, çirkin bir hareket olduğundan şüphe etmemektedir. Bu arada aklın açık hükmü veya bizzat Allah Teala'nın kendi bildirmesi gereğince; Hak Teala, çirkin işler yapmaktan münezzehtir. O halde Allah Teala'nın, itaatkâr olup iyilik yapanları mükâfatlandırmaması veya isyankâr olup kötülük yapanları cezalandırmaması ve her iki grubu da aynı muameleye tabi tutması muhaldir.
Öte yandan; dünya hayatında, itaatkârların tam anlamıyla mükâfatlarına ve isyankârların da tam anlamıyla cezalarına ulaşmadıklarını görüyoruz.
Dünya hayatında öyle zalimler vardır ki, işledikleri cinayetlerin ve isyanların karşısında en küçük bir ceza almadan ve öyle iyilik ve ihsan ehli de vardır ki, yaptıkları iyiliklerin karşısında en küçük bir mükâfat almadan göçüp gidiyorlar.
Bu durumda eğer, her iyilik ehlinin iyiliğinin mükâfatına, her kötülük ehlinin de kötülüğünün cezasına ulaşacağı bir hesap günü ve adalet mahkemesi olmazsa, bundan iyilik ehli ile kötülük ehlinin eşit olması lazım gelir. Böyle bir eşitlik de Allah'ın adil olma sıfatıyla çelişmekte olup, bu düzeni Kur'an Hak Teala'nın çirkin iş yapmasını gerektirir. Allah Teala da çirkin işlerden münezzeh olduğuna göre akıl, mutlaka Allah Teala'nın her şahsın kendi hakkına ulaşacağı bir hesap günü yaratıp, adalet mahkemesini kuracağına hükmediyor. İşte adalet mahkemesinin kurulacağı o hesap günü meaddır.
Kur'anı Kerim'e baktığımızda, Hak Teala'nın da bu metotla meadın kesin olarak vaki olacağını ispatladığını görmekteyiz.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Hiç teslimiyet gösterenleri suçlu günahkâr olanlar gibi tutar mıyız? Ne oluyor size? Nasıl yargılıyorsunuz?"
[104] Kalem, 35;Kalem, 36.    

Yine şöyle buyuruyor: "Yoksa kötülük işleyenler, ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, iman edip salih ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne de kötü hüküm veriyorlar! Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı ki, her nefis kazandığının karşılığını görsün. Ve onlara zulmedilmez. "
[105] Casiye, 21;Casiye, 22.    

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin sanısıdır. Vay ateşe uğrayacak inkârcıların haline! Biz hiç, inanıp salih amellerde bulunanlarla, yeryüzünde, bozgunculuk yapanları bir tutar mıyız? Hiç, Allah'a karşı gelmekten sakınanlarla yoldan çıkanları bir tutar mıyız?"
[106] Sad, 27;Sad, 28.    

Görüldüğü üzere; Cenab-ı Hak, bu ayetlerde iyilik ehli ile kötülük ehlinin eşit muamele görmesinin aklen çirkin olduğu ilkesine dayanarak, meadın kesin olarak vaki olacağını ispatlamış ve insanların kendi akıl ve vicdanlarına müracaat ettikleri takdirde, sağduyu sahibi her insanın aynı sonuca varacağını gözler önüne sermiştir.

←← EVRENDEKİ GENEL HAREKET


Evrenin genel hareketi meadı zorunlu kılmaktadır. Zira bir taraftan evrenin, bütün varlıklarıyla birlikte, uzuvları birbiriyle uyum içinde olan, bir birey konumunda olduğunu görmekteyiz.
Diğer taraftan ise; tek bir şahsiyeti oluşturan bu evrenin devamlı olarak hareket halinde olduğuna şahit olmaktayız. Devamlı olarak, hem tek şahsiyeti oluşturan evrenin tamamı, hem de ona nispetle uzuv ve organ niteliğinde bulunan içinde bulundurduğu her bir varlık güç halinden fiil ve kemal haline doğru hareket etmektedir.
Bundan, hiçbir hareketin hedefsiz olmadığı anlaşılmaktadır. Aslında hedefsiz bir hareketin olması imkânsızdır. Çünkü mutlaka her hareket, bir fiile yöneliktir. Bu hüküm, hareket türünün değişmesiyle değişmez. Yani, ister hareket türü, bir elmanın renginin yeşillikten kırmızılaşmaya doğru olan hareketi gibi, nitelikte olan bir hareket olsun, ister yine bir elmanın hacminin küçüklükten büyüklüğe doğru olan hareketi gibi, nicelikte olan bir hareket olsun, ister bir kişinin evinden işine gitmesi gibi veya ağır bir cismin yukarıdan aşağıya doğru düşmesi gibi, intikali bir hareket olsun ve isterse de maddi bir varlığın mücerret varlık olmaya doğru olan hareketi gibi, tözde olan bir hareket olsun, bütün hareketler illa de bir hedefe ve fiile/edime/ yöneliktir. Hiçbir hareket hedefsiz olamaz.
Bu durumda eğer, ilk hedefin kendisi, ikinci bir hedefe ulaşmak için bir basamak niteliğinde olursa, ilk hedefin, son maksat olmadığı ve onun sadece bir geçiş menzili olduğu anlaşılır. Zira son maksat, hareketin ona ulaştığında sebata dönüştüğü hedefe denir.
Bundan, bir bütün olarak hareket halinde olan evrenin tamamının, ulaşmak istediği, hareketinin son bulacağı bir son hedefinin olduğu ortaya çıkıyor.
Zira eğer, bir bütün olarak cihanın hareketinin sebata dönüşeceği bir son hedefi olmaz ve her hedefe ulaştığında, onun kendisi, başka bir hedef için geçici bir durak niteliğinde olur ve bu sonsuz olarak böyle devam ederse, bundan aslında bir bütün olarak cihanın hareketinin, ulaşmak istediği bir hedefi olmadığı ortaya çıkar. Oysa hiçbir hareketin hedefsiz olamayacağı açıktır.

←←← HAREKET VE İLLİYET İLİŞKİSİ


Yani nasıl ki, her sebep ve failden önce bir sebep ve failin olması ve bunun bir ilk sebep ve faile varmadan sonsuz olarak devam etmesi, gerçekte fiilin bir fail ve sebebi olmadığını gerektirirse, hedef konusu da aynıdır. Eğer, her hedeften sonra başka bir hedef olur ve hareketin, vardığında sebata dönüşeceği bir son hedefi söz konusu olmaz ve bu sonsuz olarak böyle devam ederse, bunun gereği aslında o hareketin hedeften yoksun olmasıdır. Oysa hedefsiz hareketin olamayacağı ortadadır.
Zira sebep ve faili olmayan bir fiil ve hareket meydana gelemeyeceği gibi, hedefi olmayan bir fiil ve hareket de meydana gelemez.
Başlangıç ile sonucun farkı sadece şudur ki, bir sebep ve fail tarafından icat edilen bir hareket ve fiilin herhangi bir engelle karşılaşarak son hedefine ulaşmaması mümkündür. Ama fail ve sebepsiz hiçbir fiil ve hareket meydana gelemez.
Ancak engelle karşılaşmak ihtimalî sadece evrenin içindeki cüz-i varlıklar için söz konusu olabilir, evrenin bütünü için değil. Zira evrenin bütünü tek bir şahsiyeti oluşturduğuna göre, onu hedefine varmaktan engelleyecek başka bir şey farz edilemez. O halde, hareket halinde olan evren hiçbir engelle karşılaşmadan kendisine tayin edilen nihai hedefe vararak istikrar bulacaktır.
İşte evrenin istikrar bulacağı o hedefe, ahiret âlemi ve mead denir. Hak Teala'nın, ahiret yurdunu istikrar yurdu veya gemilerin demir attığı liman olarak adlandırması da bu yüzdendir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "…Şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir, ama ahiret, doğrusu işte o, kalınacak yurttur. "
Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Sana, şu kıyametin ne zaman limana varacağını soruyorlar, de ki: "Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır, onun vaktini, O'ndan başkası açıklayamaz. Göklerin ve ye‌rin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir. " Sanki sen onu biliyormuşsun gibi, onu sana soruyorlar, de ki: "Onu bilmek, ancak Allah'a mahsustur, ama in‌sanların çoğu bu gerçeği bilmezler. "
Evet, ahiret yurdu, hareket halinde olan bu evrenin hareketinin son bulacağı nihai maksat ve varlık gemisinin uzun bir yolculuktan sonra demir atıp duracağı son limandır. Başka bir tabirle de, her hareketin bir nihai hedefi olması zorunluluğu, bir bütün olarak sürekli hareket halinde olan bu evren gemisinin varıp da demirleyeceği, mead denen bir son limanın ve artık her şeyin sükûna kavuşup koşuşturma ve çabadan kurtulacağı ahiret denen, nihai bir yurdun olmasını zorunlu kılmaktadır.

←← İLAHİ HİKMET


Bu cihan vacip bizatihi, bütün kemal sıfatlarına sahip olan, her şeyden müstağni ve sonsuz kudret, hikmet ve ilim sahibi bir yaratıcıya sahiptir. O halde bu cihan, vacip bizatihi olup bütün kemallere sahip olan Hak Teala'nın fiilidir.
Öte yandan akıl, hikmet sahibi olan her failin fiilinin bir hedefi olması gerektiğine ve hikmet sahibi olan varlığın hedefsiz ve boş yere iş yapmasının muhal olduğuna hükmediyor. Yani, hikmet sahibi olan bir varlığın fiilinin hedefsiz olduğunu söylemek, onun hikmet sıfatıyla çelişmek olur. O halde, hikmet sıfatına sahip olan bir varlığın fiilinin hedefsiz olması düşünülemez.
Ancak akıl, mutlak kemal olup hiçbir şeye muhtaç olmayan hikmet sahibi bir failin fiilinin hedefsiz ve boş yere olmasının muhal olduğuna hükmetmekle birlikte, onun herhangi bir hedefe ulaşmak gayesiyle iş yaptığını söylemenin de muhal olduğuna hükmediyor. Bu konuyu biraz açalım.
Eğer, bir işi yapmak isteyen hikmet sahibi bir failin kendisi mutlak olarak ihtiyaçsız olmaz ve herhangi bir yönden bir ihtiyacı söz konusu olursa, mutlaka o yaptığı işinde ihtiyacını gidermeyi ve arzulanan kemale ulaşmayı gaye edinir.
Fakat mutlak olarak müstağni olup, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan hikmet sahibi bir varlık için böyle bir şeyi söylemek mümkün değildir.
Zira mutlak kemal olan böyle bir varlık için herhangi bir ihtiyaç veya eksiklik olduğu düşünülemez ki, yaptığı işte o ihtiyacı gidermeyi veya o kemale ulaşmayı gaye edinmiş olsun. O halde mutlak kemal olan bir varlık, hiçbir zaman bir ihtiyacı gidermek veya bir kemale ulaşmak gayesiyle iş yapmaz.
Hatta böyle bir failin, başkasına yarar ulaştırma gayesiyle de iş yaptığını söylemek olmaz. Çünkü bu takdirde, o failin başkasına hayır ulaştırma hususunda, iş yapmak zorunda olduğu ortaya çıkar ki, bu onun mutlak olarak müstağni oluşuyla çelişir. O halde, mutlak olarak müstağni olan bir fail, ister işin yararı kendine yönelik olsun, ister başkasına yönelik olsun bir faydaya ulaşmak gayesiyle iş görmez.
Ancak buna rağmen, onun fiilinin hedefsiz ve boş yere olduğunu söylemek de olmaz. Çünkü bu, onun hikmet sıfatıyla çelişkiye düşmek olur ve onun hikmet sıfatı böyle bir şeye meydan vermez.
Demek ki, mutlak olarak müstağni olan bir failin, kendi zatı dışında bir hedefi ve gayesi olduğu söylenemez.
Fakat hikmet sahibi olan bir failin fiilinin hedefsiz olması da muhal olduğundan, mutlaka onun fiilinin de bir hedefi olmalıdır. Yani, gerçi mutlak olarak müstağni olan failin, fail olarak kendi zatı dışında bir gayesi olması imkânsızdır. Ama mutlaka fiilinin, fiil olma açısından, o fiilin kendisinden üstün bir hedefi olmalıdır. Aksi takdirde, hedefsiz bir fiil olup hikmete aykırı olur. Hikmete aykırı bir fiilin de, hikmet sahibi bir failden meydana gelmesi muhaldir.
Kısacası, mutlak olarak müstağni olan bir failde, failin hedefi ile fiilin hedefi farklıdır. Mutlak kemal olan failin kendi zatı dışında bir hedefi olduğu düşünülemez. Çünkü onun için kendi zatı dışında kalan, kazanılabilecek bir kemalin varlığı söz konusu olamaz ki, doğrudan veya dolaylı olarak o kemali elde etmek, onun hedefi olabilsin. Ama onun fiili hikmet çeşmesinden kaynaklandığından dolayı, mutlaka o fiilin, kendisinden üstün olan bir hedefi olmalıdır.

←←← KUR'ANI KERİM'İN BAKIŞ AÇISI


Kur'an-ı Kerim de, bir fail olarak mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Allah Teala'nın hedefi ile fiillerinin hedefinin farklı olduğunu ortaya koymuştur.
Kur'an-ı Kerim: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım" buyurarak, Allah Teala'nın fiillerinin fiil olma açısından hedefsiz olmadığını belirtmiştir. Çünkü aksi takdirde o fiil, hikmete aykırı bir fiil olur. Allah Teala'nın hikmete aykırı bir fiili yapması ise imkânsızdır.
Buna karşılık, fiilin hedefi olan bu hedefin Allah Teala'nın hedefi olmadığı ve mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Allah Teala'nın kendi zatı dışında bir hedefi olmadığı hususunu da: "…Eğer siz ve yeryüzünde olanlar, topyekûn hepiniz nankörlük etseniz dahi, Allah yine de müstağni ve bütün övgülere layık olandır" ve: "…. Kim nankörlük ederse, bilsin ki, Allah âlemlerden müstağnidir"
[111] Âl-i İmran, 97.
ayetleriyle açıklamıştır.
O halde, kulluk etmek yaratanın kendisi için olan hedefi değil, yaratıkların hedefidir. Eğer kulluk edilmezse, yaratık hedefine ulaşmaz, yaratan değil. Çünkü mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan yaratanın kendi zatı dışında bir hedefi olduğu düşünülemez ve zatın kendisi, kendi hedefi olunca da hiçbir zaman bu hedefin aksaması söz konusu olamaz.
Demek ki, mutlak kemal ve sonsuz hikmet sahibi bir failin fiili olan bu cihanın, fiil olarak kendinden üstün bir hedefi vardır ki, o hedefe ulaşmakla kemaline ermiş olacaktır.

←←← YARATILIŞ, HEDEFİNE ULAŞACAKTIR


Ayrıca, cihanın bu hedefe ulaşmaması da söz konusu olamaz. Çünkü cihanın bu hedefine ulaşmaması için bir engelin olması gerekir. Bir bütün olan bu cihanı hedefine ulaşmaktan engelleyecek içsel bir engelin olması düşünülemez. Cihanın dışında kalan ise, sadece mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Hak Teala olduğundan, dışsal bir engelin olması da söz konusu olamaz.
Zira Hak Teala'nın cihanı hedefinden engellemesi, O'nun mutlak kemal oluşu ve sonsuz hikmetiyle bağdaşamaz. O halde cihan, mutlaka kendi için tayin edilen hedefine ulaşacaktır.
Peki, cihanı kemale ulaştıracak bu hedef nedir? Açıktır ki, bu hedef, cihanın kendisinden üstün olmalıdır. Yani, dünya hayatının hedefi dünya hayatı olamaz. O halde dünya hayatında vaki olan hiçbir şey, dünya hayatının hedefi olamaz.
Dünya hayatının hedefi dünya hayatından üstün olmalıdır ki, dünya hayatı için kazanılacak bir kemal olabilsin. Bu ise, ahiret hayatından başka bir şey değildir. O halde, ahiret hayatı yani, meadın gerçekleşeceği kesindir. İşte bunun içindir ki, Allah Teala birçok ayetinde meaddan bahsederken, mead hakkında şüphesiz gerçekleşecek bir gerçek tabirini kullanmıştır.
[112] Âl-i İmran, 9; Âl-i İmran, 25;Nisa, 87.    
[113] Enam, 12.    
[114] Kehf, 21.    
[115] Hac, 7.    
[117] Şura, 7.    

Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah Teala'nın aynı metotla meadın zorunlu olarak gerçekleşeceğini ispatladığını görüyoruz. Yani, Allah Tela; bir taraftan, dünya hayatı olarak nitelenen bu cihanın hikmet sahibi bir yaratıcının eseri olarak batıl ve hedefsiz olamayacağını vurgulamış, diğer taraftan da, mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan kendisinin kendi zatı dışında bir hedefi olmayacağını belirterek, cihanın hedefinin, cihanın ulaşması gereken bir hedef olduğunu belirtmiştir. Sonra da bu hedefin daha üstün bir kemal olan mead hayatından başka bir şey olamayacağını ortaya koymuştur.
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin sanısıdır. "
[120] Sad, 27.    

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Biz; gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak hakikat üzere yarattık, ama insanların çoğu bunu bilmez‌ler. "
[121] Duhan, 38;Duhan, 39.    

Yine şöyle buyurmuştur: "Biz; gökleri, yeri ve her ikisi arasında bulunanları hakikat üzere yarattık. Kıyamet günü şüphesiz gelecektir. O halde/şimdilik onlara/ yumuşak ve iyi davran. "
[122] Hicr, 85.    

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Yoksa siz, bizim sizi boşuna yarattığımızı ve Bize bir daha dönmeyeceğinizi mi sandınız? Her şeyin hak ve mutlak sahibi olan Allah, böyle şeyden çok yücedir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, yüce Arşın sahibidir. "
[123] Mü'minun, 115;Mü’minun, 116.    

Görüldüğü üzere; Allah Teala, ilk olarak bu ayetlerde yaratıkların hedefsiz ve boş yere yaratılmalarının, mutlak kemal ve hak olup sonsuz hikmet sahibi olan Allah Teala hakkında düşünülemeyeceğini, sonra da yaratık âleminin hedefinin tekrar Hak Teala'ya dönüşten ibaret olan mead olayından başka bir şey olamayacağını ortaya koymakla birlikte, kendisinin mutlak mülk sahibi olarak yaratık âlemi ve hedefinden müstağni olduğuna işaret etmiştir. O halde, Allah Teala'nın hikmeti, yaratık âleminin ulaşacağı bir hedef ve kemal olarak meadı zorunlu kılmaktadır.

←← ALLAH TEALA'NIN VAADİ


Önceki bahislerimizde aklın, kulların itaat etmekle Allah Teala üzerinde mükâfat ve ücret talep etme hakkını kazanmadıklarına, isyan ettikleri takdirde ise, kendilerine verilen nimetleri hür iradeleriyle bilinçli olarak kötüye kullandıklarından, cezayı hak ettiklerine ve doğrudan Allah Teala'ya ait konularda cezalandırma veya affetme yetkisinin Allah Teala'ya ait olduğuna hükmettiğini belirtmiştik.
Ancak, burada aklın başka bir hükmü de söz konusudur. O da şu ki: İtaat etmekle mükâfatın hak edilemediği yerlerde; eğer itaat edilen taraf, ona itaat eden kimselere, kendisine itaat ettikleri takdirde, onları mükâfatlandıracağına dair söz vermiş olursa, her ne kadar akıl, onları mükâfatlandırmayı, itaat sebebiyle kazanılmış olan zorunlu bir hak olarak görmese de, ama verilen sözün yerine getirilmesini, zorunlu görmektedir. Çünkü akıl, bunun aksini, ahde vefasızlık ve yalancılık kabul edip, keramet, hikmet ve şahsiyet sahibi bir makama yakışmayan çirkin bir eylem olarak kabul etmektedir.
Yani, eğer; keramet, hikmet ve şahsiyet sahibi kimse, başka birine mükâfat ve bahşişe dair bir şey vaat ederse; akıl, o kimsenin kesinlikle sözünde durarak vaat ettiği şeyi yerine getirmesi gerektiğine, bunu yapmadığı takdirde de onun kınanmaya layık olduğuna hükmeder. Zira akıl, verilen sözde durulmamasını, ahde vefasızlık ve yalancılık kabul edip, kerem sahibi kimseye yakışmayan bir sıfat olarak görür.
Ancak aklın bu hükmü, mükâfat ve bahşişe dair verilen sözler konusundadır. Ama eğer verilen söz, cezalandırmaya dair olur, örneğin; "bana karşı şu suçu işlersen, seni şu şekilde cezalandırırım" derse, akıl; bu sözün yerine getirilmesi gerektiğine hükmetmez.
Hatta akıl, cezalandırmaya dair olan sözlerde, o sözün yerine getirilmeyip, karşı tarafın affedilmesinin kerem ve şahsiyet sahibi birinin büyüklüğünün nişanesi olarak kabul edip; bunun, onun yüce şahsiyetine daha layık olduğuna hükmeder.
Bu arada Allah Teala'nın, Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetinde itaatkâr kullarını mükâfatlandıracağına ve isyankâr kullarını ise cezalandıracağına dair söz vermiş olduğunu görmekteyiz.
Allah Teala'nın: "Cennet de muttakiler için uzak olmayacak bir şekilde yakınlaştırılır. İşte size vaat edilen cennet! O, Allah'a yönelen, emirlerini muhafaza eden, görmediği halde Rahman'dan çekinen ve hakka yönelen bir kalple gelen içindir. "
[124] Kaf, 31;Kaf, 32.    
ayetleriyle; "Bırak onları, kendilerine vaat edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalıp oynasınlar", "Kendilerine vaat edilen o günden dolayı, o kâfirlere yazıklar olsun! ", "Allah şöyle dedi: "İşte bana varan dosdoğru yol budur; "kullarımın üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır. Muhakkak Cehennem onların hepsine vaat edilen yerdir. Onun yedi kapısı vardır, her kapı için ayrılmış bir grup vardır.
Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, cennetlerde, pınar başlarındadırlar. Oraya güven içinde, esenlikle girin," denir. Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık, artık onlar sedirler üzerinde karşı‌lıklı oturan kardeşlerdir. Onlar orada bir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değillerdir. Kullarıma Benim bağışlayan, pek merhamet eden olduğumu, azabımın ise can yakıcı bir azap olduğunu haber ver"
[127] Hicr, 42;Hicr, 43.    
[128] Hicr, 44.    
[129] Hicr, 45.    
[130] Hicr, 46.    
[131] Hicr, 47.    
[132] Hicr, 48.    
[133] Hicr, 49.    
[134] Hicr, 50.    
ayetleri Allah Teala'nın bu sözünü içeren ayetlerden bazı örneklerdir.
Ancak ne var ki akıl, Allah Teala'nın, cezalandırmaya dair olan sözünü yerine getirip de isyankâr kullarını cezalandırmasının, adaletle çelişmediğine ve Allah Teala'nın buna hakkı olduğuna hükmetmesinin yanı sıra, aynı zamanda Allah Teala'ya, daha çok yakışanın isyankâr kullarını affetmesi, onların kusurlarını görmezlikten gelmek olduğuna da hükmediyor.
O halde Cenab-ı Hakk'ın kendisine yönelik olan suçlara karşı ceza uygulayacağına dair sözünü yerine getirmeyip, suçluları affetmesi hiçbir mahzur doğurmadığı gibi, akıl açısından beğenilen bir davranış olup, övgüye layık kabul edilmektedir.
Allah Teala'nın, itaatkâr kullarını mükâfatlandıracağına dair sözüne gelince; akıl, Allah Teala'nın bu sözünü yerine getirmesi gerektiğine hükmediyor. Zira bunun aksi, akıl açısından ahde vefasızlık, verilen sözde durmamak ve yalancılık olur. Akıl, böyle bir şeyi; hikmet, kerem ve şahsiyet sahibi birinin uzak durması gereken çirkin bir eylem kabul eder.
Allah Teala da hikmet ve keramet açısından en yüce makam sahibi olduğundan; akıl, böyle bir vefasızlığın Allah Teala için en çirkin bir eylem olduğuna hükmedip, mutlaka Allah Teala'nın sözünde durarak, itaatkâr kullarına vaat ettiği mükâfatları yerine getireceğini söyler.
Binaenaleyh, Allah Teala'nın itaatkâr kullarına olan mükâfat vaadi, meadın tahakkukunu zorunlu kılmaktadır.
Ehl-i Beyt ekolu düşünürlerinden Hace Nasiruddin Tusi de, meadın zorunlu olduğuna bir delil olarak, Allah Teala'nın itaatkâr kullarına verdiği mükâfat sözünü gündeme getirmiştir. O, kelam ilminde yazdığı "Et-Tecrid" isimli kitabında şöyle demiştir: "Vaade vefa etmenin zorunluluğu meadı zorunlu kılmaktadır. "
[135] Keşf-ül Murad, s. 406

Evet; vaade vefa etmek aklın zorunlu gördüğü bir husustur. Allah Teala da kıyamet günü gerçekleştireceği birçok vaatlerde bulunduğuna göre, mutlaka vaadine vefa etmek açısından onu gerçekleştirip vaatlerine vefa edecektir.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah Teala'nın da aynı metotla kıyametin muhakkak gerçekleşeceğine istidlal ettiğini görmekteyiz.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "İnanıp salih amellerde bulunanları, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu Allah'ın hak olan vaadidir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?"
Görüldüğü üzere; Allah Teala, bu ayetinde müminlere vaat ettiği vaadin kesin olarak gerçekleşeceğine, kendisinin yalan konuşmasının imkânsızlığını delil getirmiştir.
Yine Allah Teala, ilimde kökleşmiş kullarının dilinden şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz! Mutlaka sen geleceği şüphe götürmeyen günde, insanları bir araya toplayacaksın. Kesinlikle, Allah verdiği sözden caymaz. "
[137] Âl-i İmran, 9.

Yine Cenab-ı Hak akıl sahibi kullarının: "Ey Rabbimiz! Resullerin vasıtasıyla bize söz verdiklerini ver, kıyamet günü bizi rezil-rüsva eyleme! Hiç şüphesiz sen, sözünde duransın"
[138] Âl-i İmran, 194.
şeklinde dua ettiklerini belirtmiştir.
Görüldüğü üzere; bu ayetlerde de Allah Teala'nın, akıl sahibi ve ilimde kökleşmiş kimseler olarak nitelediği insanlar, meadın mutlaka gerçekleşeceğine, Allah Teala'nın verdiği sözü bozmasının imkânsız olduğunu delil getirmişlerdir.
Aslında Allah Teala'yı tanıyan bir kimsenin mead hususunda şüpheye düşmesi imkânsızdır. Mead konusunda şüpheye düşenler ise, Allah Teala'nın tabiriyle, gerçekte hakkıyla Allah Teala'yı tanımadıklarından böyle bir şüpheye kapılmışlardır.
[139] Zümer, 67;Hac, 74.    
[140] Enam, 91.    
Yoksa Allah'ı tanıyan birisinin böyle bir şüpheye düşmesi imkânsızdır. Zira meadı zorunlu kılan sadece bu saydığımız hususlar değildir. Allah Teala'nın zat ve sıfatlarının tamamı, meadı zorunlu kılmaktadır.


Dipnot

[Düzenle]
 
1. Âl-i İmran, 185.
2. Nehc-ül Belağa, Hutbe, 42.
3. Mecme-ul Beyan, c. 8, s. 645
4. Zümer, 42.    
5. Tefsir-i Numune, c. 19, s. 478
6. Mizan-ül Hikmet, c. 9, s. 235.
7. İlm-ül Yakin, c. 2 s. 1045
8. Me'an-ül Ahbar, s. 289.
9. İlm-ül Yakin, c. 2 s. 1045
10. Bihar-ül Envar, c. 6, s. 152
11. İlm-ül Yakin, c. 2, s. 1055.
12. Bihar-ül Envar, c. 6 s. 152
13. İlm-ül Yakin, c. 2, s. 1056
14. Bihar-ül Envar, c. 6, s. 249
15. Bihar-ül Envar, c. 6, s. 136
16. Me'an-ül Ahbar, s. 289
17. Nehc-ül Belağa, Muttakin hutbesi.
18. Me'an-ül Ahbar, s. 290.
19. İlm-ül Yakin c. 2 s. 1057
20. İlm-ül Yakin, c. 2, s. 1057
21. Numune Tefsiri, c. 18, s. 152
22. Cuma, 6-7.    
23. el-Mizan Tefsiri, c. 19, s. 455
24. Bihar-ül Envar, c. 6, s. 129
25. İlahiyat, Cafer Sübhani, s. 447’den naklen.
26. Tarih-i Camii Edyan s. 310
27. İlahiyat, Cafer Sübhani, s. 447’den naklen.
28. Tarih-i Camii Edyan s. 310
29. İlk Semuol, 2. Bölüm, 6. cümle
30. Esfiya Nebi'nin Kitabı, 1. Bölüm, 18. cümle
31. Eşiya, 26. Bölüm, 19. cümle
32. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın (a. s) babası olmadığından Cenab-ı Hakk'ı Hz. İsa'nın babası olarak anarlar.
33. Matta İncili, 16. Bölüm, 27. cümle
34. Matta İncili, 13. Bölüm, 49 ve 50. cümleler
35. Markos İncili, 9. Bölüm, 42. cümleden 49. cümleye kadar
36. Yuhanna İncili, 6. Bölüm, 39 ve 40. cümleler
37. Hac, 7.    
38. Bakara, 38;Bakara, 39.    
39. Araf, 35-36.    
40. Nuh, 17;Nuh, 18.    
41. Ankebut, 17.    
42. Bakara, 126.    
43. Araf, 144;Araf, 145.    
44. Araf, 146.    
45. Araf, 147.    
46. Mümin, 26;Mümin, 27.    
47. Mümin, 38;Mümin, 39.    
48. Mümin, 42.    
49. Mümin, 43.    
50. Mümin, 44.    
51. Âl-i İmran, 55.
52. Âl-i İmran, 56.
53. Âl-i İmran, 57.
54. Hicr, 85.    
55. Hac, 1;Hac, 2.    
56. Bakara, 254.    
57. Enam, 29.    
58. Casiye, 24.    
59. Casiye, 24.    
60. Sebe, 7.    
61. Sebe, 8.    
62. Mü’minun, 35;Mü’minun, 36.    
63. Mü’minun, 37.    
64. Mü’minun, 38.    
65. İsra, 49.    
66. Yasin, 78.    
67. İsra, 51.    
68. İsra, 51.    
69. Kaf, 15.    
70. Vakıa, 60;Vakıa, 61.    
71. Vakıa, 62.    
72. Yasin, 77;Yasin, 78.    
73. Yasin, 79.    
74. Rum, 27.    
75. Hac, 5;Hac, 6.    
76. Hac, 7.    
77. Araf, 57.    
78. Kaf, 9;Kaf, 10.    
79. Kaf, 11.    
80. Fatır, 9.    
81. Rum, 19.    
82. Ankebut, 64.    
83. Hac, 5;Hac, 6.    
84. Hac, 7.    
85. Kaf, 3.    
86. Mülk, 3;Mülk, 4.    
87. Zümer, 67.    
88. Ahkaf, 33.    
89. İsra, 99.    
90. Yasin, 81.    
91. Kaf, 41;Kaf, 42.    
92. Kaf, 43.    
93. Kaf, 44.    
94. Tegabün, 7;Tegabün, 8.    
95. Tegabün, 9.    
96. Bakara, 260.    
97. Bakara, 259.    
98. Bakara, 243.    
99. Bakara, 72;Bakara, 73.    
100. Bakara, 55;Bakara, 56.    
101. Araf, 155.    
102. Kehf, 10;Kehf, 11, Kehf, 12.    
103. Âl-i İmran, 49;Maide, 110.    
104. Kalem, 35;Kalem, 36.    
105. Casiye, 21;Casiye, 22.    
106. Sad, 27;Sad, 28.    
107. Mümin, 39.    
108. Araf, 187.    
109. Zariyat, 56.    
110. İbrahim, 8.    
111. Âl-i İmran, 97.
112. Âl-i İmran, 9; Âl-i İmran, 25;Nisa, 87.    
113. Enam, 12.    
114. Kehf, 21.    
115. Hac, 7.    
116. Mümin, 59.    
117. Şura, 7.    
118. Casiye, 26.    
119. Casiye, 32.    
120. Sad, 27.    
121. Duhan, 38;Duhan, 39.    
122. Hicr, 85.    
123. Mü'minun, 115;Mü’minun, 116.    
124. Kaf, 31;Kaf, 32.    
125. Zuhruf, 83.    
126. Zariyat, 60.    
127. Hicr, 42;Hicr, 43.    
128. Hicr, 44.    
129. Hicr, 45.    
130. Hicr, 46.    
131. Hicr, 47.    
132. Hicr, 48.    
133. Hicr, 49.    
134. Hicr, 50.    
135. Keşf-ül Murad, s. 406
136. Nisa, 122.    
137. Âl-i İmran, 9.
138. Âl-i İmran, 194.
139. Zümer, 67;Hac, 74.    
140. Enam, 91.    


Kaynakça

[Düzenle]

Wikifeqh Araştırma Gurubu






جعبه ابزار